Mevlana`dan Geliyorum
Ömer Öztürk
Doğru okudunuz. Mevlana’dan geliyorum, Mevla’dan geliyorum. Bu yıl bir kez niyetlenmiş bulundum. Şeb-i Arus dedikleri, “Mevlana’yı ölüm yıldönümünde anma merasimleri” ne de olsa senede bir kez yapılıyor dedim, bir tur şirketiyle anlaşarak Konya yollarına düştüm.
Mevlana’nın ustalık eseri olarak addedilebilecek Mesnevi’sinin ne olağanüstü bir serlevhası vardır: Bişnev ez ney çün hikâyet mikûned/ez cüdâyiha şikâyet mikûned. Yâni kutbülsemazen demek ister ki, şu ney denen esrarengiz çalgıya bir kulak ver bakalım, neler neler hikâye eder, ayrılıklardan nasıl nasıl şikâyet eder. Ve insan başını göğe, semaya çevirir. Dinler, kulak verir, onun için sema döner, zira sema semiden gelir ve işitmek, kulak vermek mânâlarını gül derercesine dererek bizlere verir.
Konya denizden uzak, karasal iklimin hüküm sürdüğü, tabiatıyla yağışların az olduğu, haritanın içerilerinde, ortaya yakın bir yerlerde konumlanmış, hemen hemen her yanı ovalarla meşgûl, dümdüz bir şehir. Mevlana’mız Konya’ya Afganistan’dan, Belh dolaylarından göç etmiş ve burada yerleşmiş. Bugün türbesi de Konya’da – kendisinden sorarsanız âriflerin gönüllerinde – bulunuyor.
Zaten gezimizin ilk durağını da Mevlana Camii ve Türbesi oluşturuyordu. Evvela başımızı camiinin tepesine çevirdiğimizde, yeşil bir kubbe görüyoruz. Buna kubbe-i hadra derler. Ardından yavaş yavaş türbeye duhul oluyor, içeri girmekle de kalmıyor âdeta nüfuz ediyoruz. Beraberinde manevî bir kudret de bütün ruhumuza nüfuz etmeye başlıyor. Gerçekten çok esrarengiz. Esrarengiz olan şu ki, Mevlana’nın uyumakta olduğu muazzam sandukalı türbesine yanaşırken insanın bütün azaları sanki bir ıspazmoza tutulmuşçasına titremeye başlıyor. İstanbul’da da çok türbe ziyaret etmiş bir kimseyim, ama burada bambaşka bir hava var. Bilmiyorum, belki ilk defa gelmiş olmanın etkisi, belki ziyaretimize eşlik eden hisli ney nağmeleri, ama birşeyler döndüğü muhakkak.
Mevlana, hemen hemen bütün eserleri gibi Mesnevi’yi de marifet ve hâl ilminden beslenerek, ilham alarak kaleme almıştır. Ondan olacak, onda nice yüce, nice ilahi hikmet gözlerimizin önüne serilir. Okudukça, gözlerimizin önündeki gaflet perdeleri birer birer aralanır. İnsan bir müddet sonra anlar ki, Mevlana’ya erişmek imkânsızdır. Siz yaklaştıkça o uzaklaşır. Mühim olan ömür boyu ona yaklaşmak için mütemadî bir gayret göstermektir.
Bakınız, Mevlana Mesnevi’de namaz sonundaki selâmı ne güzel târif ediyor: Can sefere çıkmış/Beden kıyama kalkmış. Ben bunu kendimce şöyle tefsir ettim: Namazın sonunda can yani ruh bedenden ayrılmış ve ötelerde gezintiye çıkmıştır. Beden de onu yolculamak üzere kıyama yani ayağa kalkmıştır.
Mevlana Türbesi’nin avlusunun tam ortasında bir dilek çeşmesi bulunuyor. Baktım, gelen-geçen çeşme havzının içine madenî para atıyor. Belki bir hurafe addedilebilir ama aslında bunun da bir işlevi var. Günde takriben otuz liradan ayda sekiz yüz lira, bunu yıla vurduğunuzda on bin lira yapar. Bu para da zannımca türbenin ve civarının fazladan masrafları için kullanılıyor olduğundan olsa gerek, kimse ses etmiyor. Bu gene ehven-i şer. Allah’tan ortalıkta şekerciler yok. İstanbul türbelerinde birtakım hanımlar vardır. Ellerinde kesme şeker kutularıyla dolaşır ve önüne gelene adak niyetine dağıtır, sevap işleyeceğim derken günah işlerler.
Mevlana anlatımında, İslam dininin temel kıstaslarından birini teşkil eden kıssalardan bol bol faydalanmış, halkın anlayabileceği bir dille yazmış ve okuru sıkmamak için hikmetli ve ibretli hikâyeler (hatta yer yer ve zaman zaman sansürsüz, müstehcen hikâyeler), Mehmet Önder’e göre Fransız fabl yazarı La Fontaine’e bile ilham kaynağı teşkil etmiş hayvan masalları anlatmıştır. O, herşeyin zıttıyla kaim olabileceğinin özellikle altını çizmiş, sûrete kapılmayıp arka planda neler döndüğünü görmemizi tavsiye etmiştir. Mesela, şehvet olmadan şehvetle mücadelenin bir mânâ ifade etmeyeceğini, nefsani arzular olmadan nefisle mücadele etmek diye birşeyin de hâliyla söz konusu olamayacağını pekâlâ izah etmiştir. Dünyada günah olmasa sevabın bir baha etmeyeceği pek âşikârdır. Ne de olsa bu dünya böyle gelmiş böyle gider; meyhanede mey, çilehanede çile, zikirhanede zikir çekilir. Çirkef olmasa, ulvi olanı nasıl ayırt edeceğiz?
Mevlana’nın gönüldaşı Şemseddin’in cami ve türbesi, Mevlana’nınkine yürüme mesafesinde bulunuyor. Alalade bir türbe ve cami. Halk, akın akın içeri girip dua ediyor, namaz kılıyor. Avluya çıktığımda, bir ara gözüme ‘Şems Otel’ tabelası ilişti. Tabiatıyla garipsedim ama bir yandan da ne düşündüm biliyor musunuz? Konya’da Şems’in türbesinin civarındaki bir otele verilebilecek en münasip ad herhalde Şems’tir. Neden? derseniz: Merhum Şems-i Tebrizî, kuddise sırrahu, hayatı boyunca çok seyahat etmiş, oradan oraya savrulup durmuş, o yüzden sağlığında Şems-i Perende yâni Uçan Şems lakabıyla anılırmış. Eh, çok seyahat edenler, nerede kalırlar? Dün handa, kervansarayda, bugün ise otelde, motelde değil mi? Laf aramızda, bendeniz de kendi çapımda bir Ömer-i Perende olma yolundayım. Zira her vesileyle leyleği havada görüyor, seyahata çıkıyor, ha bu diyar, ha o diyar, dolanıp duruyorum. Acaba, kendimden kaçmaya mı çalışıyorum dersiniz? Kim bilir. Farsça Perende ya da parende kelimesinin bir anlamı da takla atmak. Aslında siz gençler bu parende kelimesine pek aşinasınız. Zira beden eğitimi derslerinizde sık sık takla atıyorsunuz. Ha gayret gençler, ileride bir iş sahibi olamasanız da, hiç olmazsa taklacı olursunuz.
Turumuzun son durağını Konya Büyükşehir Belediyesi Spor ve Kongre Merkezi oluşturuyordu. Sema Merasimi ve Ayin-i Şerif’i seyredeceğiz. ‘Hz. Mevlana’nın 742. Vuslat Yıldönümü’ antetli biletlerimizi kapıdaki görevlilere göstererek içeri giriyoruz. Hayatımda ilk defa bir sema töreni (mukabelesi) seyredeceğim. Hazreti Mevlana, ilk vakitler kendi başına herhangi bir kurala tabi olmaksızın sema dönermiş. Ölümünden sonra, oğlu Bahaddin Veled tarafından bir düzene oturtulmuş. Sema kıyafetleri, ‘Mutu kable ente mutu’ yani ‘ölmeden önce ölünüz’ düsturu gereği hazırlanıyor. Buna göre, tene giyilen uzun eteklik şeklindeki tennure kefeni, kafaya takılan, etrafına destar (sarık) sarılan uzun külah yani sikke mezar taşını, hırka ise mezarı simgeliyor. Dairevî zemine siyahlı-beyazlı semazenler sırayla diziliyorlar ve başlıyorlar dönmeye; dön baba dönelim, dön baba dönelim; zaten geceden uykusuzum. Bu dönmeler bende hipnoz etkisi yaptı, bir ara gözlerim kapanmış. Uyandığımda, hâlâ dönüyorlardı. Şaşılacak şey, hiçbiri de yere serilmedi. Onlar döndü, ben serhoş oldum (başım bir hoş oldu), onlar ise dimdik ayaktaydılar. Eh, ne de olsa vaktiyle Konya Demirciler Çarşısı’nda duyduğu çekiç seslerinden bir anda ilahî bir vecde tutularak dönmeye başlayan Mevlana’nın talebeleriydiler.
Sonrası mı? Sonrasında çok güzel şeyler oldu. İçimi bir ferahlık kapladı. İstanbul’a döndüğümde, hakikaten mesuttum. Mevlana’nın bereketine bakınız ki, tur için verdiğim parayı kat ve kat çıkardım. Sanki bütün kâinat masrafımı çıkarmam için bir işbirliği içine girmişti. Şimdi de bu yazıyı kaleme alıyorum..Ki, belki üç-beş kişi okur, istifade eder, yarın ahirette muhakeme-i kübra’da lehimizde şahitlik eder diye…
GENÇ'ın Yazısı.