Yüce Mevlâ, insanı çoğu zaman insanla aşılar. Yine insan söz, göz ve özle mayalanır. Allah için yapılan ziyaretlerde bu üç yol da açıktır.

“Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” diye bir söz dolaşır söz meclislerinde. Özellikle yaşı kemâle ermişlerden duyulur, çoğu zaman. Bu ve benzeri sözlerle, hayatı daha değerli hedefler uğruna yaşamak gerektiği hatırlatılmak istenir, sanki. Evet, hayat, faydalı faydasız meşgalelerle akar gider bir ırmak gibi. Uyanık olunmaz, ilim, irfan, akıl ve basiretle planlanmaz ise çoğu zaman lüzumsuz meşgaleler, oyunlar, eğlenceler, gereksiz hırslar, ham hayaller, alır götürür bir daha ele geçmez ömür sermayesini. Geriye bakılınca, sıcak ilgilerinden mahrum kalınmış yakın akrabalar, dostluğu kaybedilmiş sâdık arkadaşlar, enkaza dönüşmüş ilişkiler, buruk yüzler ve donuk gönüller görülür artık. Yapayalnız kalıverir insan. Evinde yalnızdır, hastane köşesinde yalnızdır, ölünce bir gün kabrinde yalnızdır. Bu yalnızlık içinde şöyle mırıldanır artık:

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sâbâdan gayrı

(Bana, ne gönül ateşinden başka kimse yanar, ne de tan yelinden başka kimse kapımı açar…)

Evet, her şey emek ister; akrabalık emek ister, dostluk emek ister, ilişkiler emek ister, dua almak emek ister, hâl hatır sorulmak emek ister, sevmek-sevilmek emek ister. Öyleyse şu hayatta, her şey iş değil, her şey para değil, her şey kariyer ya da makam değil.

Bu yazıda ziyâret feyzinden bahsedeceğiz. İnsanı zenginleştiren, ziyaret edeni ve edileni besleyen, gönüllerine muhabbet, feyz ve heyecan yükleyen, hayata anlam, tat ve değer katan, kalıcı ilişkileri ilmek ilmek güçlü kılan ziyaretten. Hiçbir telefonun, mesajlaşmanın, mail atmanın yerini asla dolduramayacağı ziyaretten.

Dünyevî bir menfaat beklentisi olmadan yapılan ziyaretler, Rabbimizin katında, Habîbullâh Efendimiz’in gönlünde, her insanın hayatında hiç şüphesiz müstesnâ bir yere oturur.

Ebû İdris el-Havlânî rahımehullah şöyle anlatır:

Dımaşk mescidine girmiştim. Bir de ne göreyim, güleç yüzlü bir delikanlı ve başına toplanmış bir grup insan. Bunlar bir konuda görüş ayrılığına düştüler mi hemen o delikanlıya başvuruyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum. “Bu Muâz İbni Cebel radıyallahu anh’tır” dediler.

Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim sonra önüne geçerek selâm verdim ve:

“Allah’a yemin ederim ki ben seni seviyorum” dedim.

“Allah için mi seviyorsun?” dedi.

“Evet Allah için” dedim. O yine:

“(Gerçekten) Allah için mi seviyorsun?” dedi. Ben de:

“Evet, (gerçekten) Allah için seviyorum” dedim.

Bunun üzerine elbisemden tutarak beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi.

“Kutlarım seni. Zira ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim:

“Allah Teâlâ, “Sırf benim için birbirini sevenlere, benim rızâm için bir araya toplananlara, benim rızâm uğrunda birbirini ziyaret edenlere ve sadece benim rızâm için sadaka verip iyilik edenlere, benim de muhabbetim vacip olmuştur (yani sevgimi hakederler)” buyurmuştur.” (Muvatta’ Şa’r 16)

Allah’ın sevdiği kullar arasına girmek isteyen bahtiyarlara ne güzel bir yol haritası!

İlim yolunda yükselmek isteyen, âlimler ziyâretini canına minnet bilmeli,

İrfân yolunda mesafe katetmek isteyen, ârifler ziyâretini kendine azık eylemeli,

Allah sevgisini artırmak isteyen de, Hak âşıklarını ziyâretle gönül ateşini harlamalı!

Zira Yüce Mevlâ, insanı çoğu zaman insanla aşılar. Yine insan söz, göz ve özle mayalanır. Allah için yapılan ziyaretlerde bu üç yol da açıktır.

Önemli olan, ziyâretin içine nefsânî hazlar, dünyevî menfaatler karışmamasıdır. “Geçiyordum uğradım”dan ziyade, “Başka değil, maksadım sadece ziyarettir” niyetiyle gerçekleşen buluşmalara ne büyük ilâhî feyzler lütfedilir!

Allah Resûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem- anlatıyor:

“Adamın biri, bir başka köydeki (din) kardeşini ziyâret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği görevlendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek:

«Nereye gidiyorsun?» dedi. Adam,

«Şu (ileriki) köyde bir din kardeşim var, onu ziyârete gidiyorum» cevabını verdi. Melek:

«O adamdan elde etmek istediğin bir menfaatin mi var?» dedi. Adam:

«Yok hayır, ben onu sırf Allah rızası için severim, onun için ziyâretine gidiyorum» dedi. Bunun üzerine melek:

«Sen onu nasıl seviyorsan Allah da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği elçisiyim» dedi.” (Müslim, Birr 38)

Böylesi ziyaretlere muvaffak olmak, engin gönüller ister. Yapanı azdır. Böyle olduğu içindir ki, kıyâmetin o dehşetli gününde, Arş’ın gölgesinde gölgelenecek yedi gruptan birisi işte bu kıvamda ziyaretler yapabilenlerdir.

Allah için yapılan ziyaretlerin her çeşidi, gönül feyzine vesiledir. Ancak öyle bir ziyaret türü vardır ki, o ziyarette alınan feyz ü bereketi, kelimeler ifade etmekten âcizdir. Zira bu ziyâret Rabbin ziyaretidir.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle anlatır:

“Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur:

«Ey âdemoğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin.» Âdemoğlu:

«Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyaret edebilirdim?» der. Allah Teâlâ:

“Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?» (Müslim, Birr 43)

Allah’ı ziyâretle şereflenen kula, Mevlâ’nın neler ikram edeceğini tayin ve tespit etmek, aciz beşerin haddi değildir, zaten buna hayali de yetmez.

Dünyevî sıkıntılarla, streslerle boğuşan ve daralan insan, gönül huzurunu arayacağı adres istiyorsa, işte hastaların, bîçârelerin yanıbaşında ilâhî bir feyz pınarı akmaktadır. Elbette içmesini bilene, edebini gözetene!

Ziyaret bir vefâ nişanıdır. Yaşayanlara, önden gidip kabirde bekleşenlere.

Emin Saraç Hocaefendi anlatıyor:

“Şeyhu’l-kurrâ Abdurrahman Gürses Hocaefendi ile bir defasında Bedir şehitlerini ziyaret etmiş dönüyorduk. Bana dönüp:

«Siz ilerleyin, ben geliyorum» dedi.

Bir süre sonra merak ettim, yanına vardım. Baktım ki Hocaefendi ağlıyordu. Ashâb-ı Bedir şehitlerinin yattığı o topraklar üzerine yüzüstü yatmış, için için ağlıyordu. Hocaefendi böyleydi. Derdi ki:

“Burada yatanların hukuku var.”1

Fazla söze ne hâcet! İşte mümin yüreğinin asil fotoğrafından bir kare!


Dipnot:

1- Fatih Çollak, Abdurrahman Gürses Hocaefendi, s. 67-68.


Adem Ergül 'ın Yazısı.