O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü  olandır, çok bağışlayandır. (Mülk, 2)

İnsan yalnızca üretmek ve tüketmek için değil, bir sınavdan geçmek için yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir. Dolayısıyla onun önce Allah’a, daha sonra kendi nefsine, diğer insanlara ve tabiata karşı sorumlulukları vardır. İnsanın maddî bir çevrede yaşıyor olması, ister istemez maddî ilişkilere girmesini gerekli kılar. Dünya bir geçim ve meta yeridir. İnsanın meşrû geçimini temin etmesinin yanı sıra, infakta bulunabilmesi için de kazanması gerekir.

İslam’a göre mülk Allah’ındır.  Mülkün mutlak sahibi Allah’tır. Devletlerin ve özel şahısların ise “itibarî” bir sahiplikleri ve tasarruf hakları vardır. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi onundur.” (Bakara, 255)

İslam, insana mal mülk edinme hakkı tanımakla birlikte, insanların bu konuda fazla hırslı davranmalarını da sevmez. Dünyaya aşırı düşkünlük İslam’a göre bir iman ve ahlâk zaafıdır. Bir mü’min tamamen meşrû yollardan kazansa da malında  fukaranın hakkı bulunduğuna göre, İslam’ın, sahip olunanları bir itibar, bir sosyal güç arama, bir imtiyaz koparma, bir tahakküm ve zulüm aracı haline getirmeye müsmaha göstermesi asla düşünülemez. Kur’an-ı Kerim, “Ben malca senden zenginim,  nufusça da senden kuvvetliyim” diyen kimselerin bütün servetlerinin istilaya uğratılacağını, kendilerini kurtaramayacaklarını apaçık bildirir. (Kehf, 34,42,43)

Sahip Olma Köleliği!

Reklamlar, tüketim çılgınlığını körüklemek için uydurulan görkemli birer pazarlama stratejileri. Reklamlar, bir şeye ihtiyaç olunmadığı halde o şeyi ihtiyaç haline getirmek ve tükettirmek gibi gizli mesajlar içeriyor. Reklamcılar da artık pazarlayacakları ürün için “Sen onu satın alabilirsin, ama o sana sahip olacak” diyecek kadar yüzsüzleştiler. Geniş kitlelerin, planlı olarak sokulduğu yaygın mutsuzluk ve depresyon, çare bulunamaz bir hal aldı.

Kendisi de nihayetinde bir reklam nesnesi olarak  kurgulanan Dövüş Kulübü (Fight Club, 1999) filminin filozof aktörü Tyler, çete elemanlarına şöyle sesleniyordu:

“Reklamlar bizi arabaların ve giysilerin peşine düşürdü; ihtiyacımız olmayan şeyleri satın alabilmek için nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz.” Biz tarihin üvey evlâtlarıyız. Hayatta ne hedefimiz var, ne yerimiz. Biz ne bir büyük savaş yaşıyoruz, ne de  büyük buhran. Bizim savaşımız ruh dünyamızda; bizim büyük buhranımız, kendi hayatlarımız.

Popüler kültür pazarında toplumun her kesimi ve her bireyi için tüketilecek mutlaka bir şeyler bulunuyor. Sahip olma köleliği, “herkes kral olabilir”  illüzyonunu çok iyi sergiliyor. Malum pazarcılar, insanın ihtiyaçlarının sınırsız olduğu hezeyanından, “herkes istediği kadar tüketme hakkına sahiptir.” ilkesizliğine ulaştılar. Önceden neye sahip olmamız gerektiğine kendimiz karar verirken, şimdi yöneticiler, danışmanlar, modacılar ve reklamcılar karar veriyor. Bu kölelik düzeninde prestij ve satatü  kazanmanın bir yolu da diğerlerinde olmayanı elde etmekten geçiyor.

Ürünün anlamı, tüketicinin kimliğini de belirliyor. Oturduğumuz mahalle, site, kullandığımız araba, günlük eşyalar hep bu gizli kodla bize satılıyor. Hayat tarzımız, nasıl  görüneceğimiz, içinde bulunduğumuz ve bulunacağımız gruplar hep tüketim ürünleriyle belirlenmesi gereken unsurlar olarak öne çıkarılıyor. Önce tüketim ile statü arasındaki korelasyon icat ediliyor, sonrasında kişinin statüsü ne kadar yüksekse  tüketimi de o oranda artacağı gizliden telkin ediliyor. Sonuç: Kişinin hangi sembolleri, nesneleri kullanacağı, hangi statüyü temsil ettiğini gösterecektir.

Kullanılan eşyada ihtiyaç ve fayda objesinin insan ile münasebeti şarttır. İktisat ilmine göre bir şeyin değeri, bize sağladığı faydaya, bol veya kıt oluşuna ve o şeye harcanan emeğe göre oluşur. Fakat bunların yanında sahip olduklarımızın değeri  için sosyal tasavvur ve sosyal şuur da şarttır. Bu tasavvuru ve şuuru bize Kur’an verir. Kur’an’a göre bütün varlık alemi insanın emrine ve kullanımına verilmiştir. İslam sahip olma duygusunu reddetmez, fakat onu azgınlaştırmamayı ister. İslam  iktisadî anlayışı, israf etmemek ve zarar vermemek şartıyla tabiatın emrimizde olduğunu kabul eder.

Servette makul farklılıkların olabileceğini, fakat servetin, sadece azınlık durumunda bulunan kişi ve sınıfların elinde olmaması gerektiği üzerinde  durur. İslam yarışa ve rekabete yer vermekle birlikte bu durumu azgınlaştırmaz. Bir başkasının durumunun iyi olması müslümanı sevindirmelidir. Müslüman, sahip olduklarıyla teşhirden kaçınır, gösteriş tüketimine karşıdır. “Onlar ki Allah’a ve ahiret  gününe inanmazlar da mallarını insanlara gösteriş için harcarlar. Her kime şeytan arkadaş olursa, artık o ne fena arkadaştır.” (Nisa, 38)

Fakir mi Olalım?

Ne zenginliğin ne de fakirliğin kendi başına imrenilecek bir şey olmadığı yönündeki genel islamî hassasiyetle, zenginlik ve fakirliğin kulluk bilincini farklı düzeylerde tehlikeye atacak boyutlarına dikkat çekilmiştir. Peygamber Efendimiz, fakirliğin  fitnesinden Allah’a sığınmış ve çevresindekilere de “Fakirlikten, kıtlıktan zilletten, kötülük etmekten ve kötülüğe uğramaktan Allah’a sığının” şeklinde tavsiyelerde bulunmuştur. Diğer yandan iffetli ve onurlu olan fakirlere ahirette ulaşacakları  nimetlerin müjdesi verilmiştir.

Hadislerde fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceği, cennet ehlinin çoğunu, dünyada fakirlik sıkıntısı çekenlerin oluşturacağı vurgulanmıştır. İnsana kendi görev ve sorumlulukalarını unutturan fakirlik yanında,  onu azgınlığa sürükleyen zenginliğe de dikkat çekilmiştir. Her iki durumda da mesele kulluk düzeyini korumaktır. Öte yandan riski ortadan kaldırmak ve sürdürülebilir bir dindarlık için dünya hayatına katılmak ve çalışmak gerekmektedir. “O ki  yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı…” (Bakara, 29) “De ki: Allah’ın kulları için yarattığı güzelliği, rızkın iyisini, temizini yasaklayn kim?...” (A’raf, 32)

Ancak bunlar Müslümanın dünyaya mesafeli bakması gerektiği gerçeğini de ortadan  kaldırmaz. Efendimizin ortaya koyduğu, yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak ilkesi, tek başına bile aşırı iki uca izin vermeyen bir düsturdur.

İslam’da tüketim çılgınlığı, israf ve gösteriş yoktur. Tasarruf ve tutumluluk ve başkalarını da düşünme vardır. Sahip olma duygusu “cimri olmama” ve “israf etmeme” ile sembolleşmiştir. “Onlar ki harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de  yapmazlar. İkisi arası denk giderler.” (Furkan, 67) Bu bir semboldür. “İnanan ve iyi işler işleyen” gibi bir doktrini ifade eder.

Kendi Elinizle Kendinizi Ateşe Atmayın

“İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (Necm, 39) İnsan, ilahi kanunların kendisine takdir ettiği ölçüde servet edinecek, rızık kazanacak ve imkan sahibi olacaktır. Ancak bazı insanlar bütün gayretlerini ve güçlerini ortaya koymalarına rağmen mal, mülk  edinememektedir. Bu da ilahî takdirin bir neticesidir. “Allah, dilediğine rızkı bollaştırır da daraltır da…” (Ra’d, 26)

Müslüman nezdinde zenginlik ve onun türevleri, Allah ve Resûlünün yolunda yapılacak bir cihattan daha sevgili tutulamaz. “Eğer  babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenler, size Allah’tan, O’nun peygamberinden ve O’nun yolundaki bir cihattan daha sevgili  ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun, Allah fasıklar gürûhunu hidayete erdirmez” (Tevbe, 24)

Kur’an mal, mülk yığmayı mutlak olarak iyi veya en büyük gaye kabul ederek, servet peşine düşülmesine ve servet vasıtasıyla güç ve iktidarın kötüye kullanılmasına karşıdır. “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay  haline! O ki mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. O, malının kendisini ebedî kılacağını zanneder” (Hümeze, 1-3)

Sadece dünya hayatını benimseyip ona göre hareket edenler, bütün tasarufları ve hesapları dünyaya yönelik olanlar “Dediler ki: Hayat  ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Yaşarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder.” (Casiye, 24) ayetinde belirtildiği gibi dirilmeyi ve ahireti inkar eden materyalistlerdir. Bu psikoljiye ve duyguya sahip olan kimseler, dünya hayatına aşırı  bağlılık göstererek, elde ettiği servet ve imkanı kendi bilgi, beceri ve birikimi ile kazandıklarına inanarak, hakiki sahibi unutmaktadırlar.

“İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir. Andolsun ki kendisine dokunan bir rahmet tattırırsak: Bu benim hakkımdır, kıyametin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülmüş  olsam bile muhakkak O’nun katında benim için daha güzel şeyler vardır, der.” (Fussilet, 49-50) İşte böyle bir psikolojiye sahip olan kimse geçici, imtihan için verilen servet ve çeşitli nimetlerin asıl sahibinin kendisi olduğu düşüncesiyle hareket  eder.

Kendisini elde ettiği kazançlarla diğer insanlardan daha şerefli, saygın, faziletli görür. Hatta bu saygıyı ve itibarı ahirette de göreceğini zanneder. Diğer yandan elde edilen servet ve imkanları kendi bilgi, becerisi, tecrübesi ve gayreti ile  kazandıklarını sananları ve iddia edenleri bekleyen sonu, Yüce Allah şöyle bildirir. “Kârun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, daha çok  taraftarı olan kimseleri helak etmiştir” (Kasas, 78)

Eşyanın gerisindeki manayı görebiliyor muyuz? Görünene takılıp her şeyi bundan ibaret sanmasaydık, ezelî ve ebedî gerçekliğin perdeleri az da olsa bize kaldırılırmıydı acaba? Çokluk, zenginlik, mal, mülk, statü yarışına girip oyalanıp duruyoruz.  Bir gönüle girmedikçe, bir yoksulu doyurmadıkça, bir öksüzün başını okşamadıkça, vermedikçe, paylaşmadıkça ne faydası var bunun? Bu bencilliğin, aç gözlülüğün, zenginlik yarışının, mal mülk hırsının, hayatı çekilmez hale getiren bir ihtiras  yarışına, insanî değerin kalmadığı vahşi bir pazara dönüştürdüğünün, kendi ellerimizle yaktığımız bir ateş çemberinin içine doğru yuvarlanmakta olduğumuzun farkında mıyız?


Ali Can'ın Yazısı.