Büşra Sarı

Ben artık evde olmanın sırrına varmak üzereyim. “Evli” deyince aklıma sadece düğün dernek değil, evde durup dünyayı yönetenler, en  harika hizmeti yapanlar geliyor. Böyle düşünmesi dahi insanı heyecanlandırıyor.

ört yıl önce üniversite için evden çıktığımda “ayrılık” bana öyle anlamlı, hüzünlü bir kavrammış gibi gelmemişti. Bir nevi evimi geride bırakıyordum ama bu pek de umurumda değildi anlaşılan. Fakat dört yıl sonra tekrar eve dönmek “ayrılık” kelimesinin benim için tam bir tarifi oldu diyebilirim.

Meseleyi üniversiteydi, arkadaş ortamıydı, rahatlıktı, öğrencilikti falandı filandı olarak ele almayacağım. İşin tuhafı neden “eve  dönmek” tabiri caizse insana bu kadar dokunuyor? Dışarı çıkmamak, o kafe senin bu kafe benim dolaşmamak, çarşı pazar  gezmemek vs asosyalliğin başlangıcı mı oluyor da sosyalliğime dair şüphelerim tavan yaptı?

Sanki aylardır evde duruyormuşum gibi geliyor. Bu sürede epey pinekledim, ayrıca bu sosyallik- asosyallik meselesine de kafa  yordum tabii! Problem nerdeydi, neydi derken bu kavramları aslında farklı algıladığıma karar verdim.

Asosyalliğin halk arasındaki tanımı, sosyal çevresi ile iletişimini kesmiş, içine kapanmış ve kimse ile görüşmeyen kişilerdir.  Psikoloji biliminde ise asosyal kişilik bozukluğunun tanımı; kişinin sosyal çevresi ile “yeterince ve kaliteli bir etkileşim içinde  bulunamaması” diye de ifade edilebilir.

Bu tanımdan yola çıkarak kendimi sorguya çektim. Övünmek gibi olmasın ama çevre ile iletişimimin iyi olduğuna kanaat getirdim.  Belki çok kaliteli bir iletişim değildi fakat kafiydi. İşte tam bu düşüncedeyken “Peki ya sorun tam olarak ne?!” cümlesi beynimi on  ikiden vurdu.

Bendeki bu hâl toplumun yansıması olabilir. Abartmıyorum arkadaşlar. Evde durmanın içine kapanıklık olarak görüldüğü ama  dışarıda da kalabalıklar içinde yalnız olmanın ‘moda’ olduğu bir zamanda yaşıyoruz

Taksimdeki bir yürüyüşe sırf “buradaydı desinler” diye katılıyorsak, kampüste herkesin takıldığı kafeden biz hiç çıkmıyorsak, laf olsun  torba dolsun misali kitapçılara filan gidiyorsak bu ne kadar kendimizden/ evimizden uzak olduğumuzun işaretidir. Oysa “ev”li olma,  ev sahibi olmak, eve dönmek olmazsa olmazlar arasındadır. Yersizlik, yurtsuzluk ise günümüzün bulaşıcı bir hastalığı hâline geldi.  Biz zannediyoruz ki ne kadar çok dışarıda olursam, ne kadar çok göze görünürsem o kadar sosyalim.

Annemizi aşçı, babamızı bankamatik olarak değerlendirip evi otel niyetine kullanıyoruz. Böyle bir gafletin içerisindeyken dışarıda  olduğumuzun havasını atmaktan geri durmuyoruz, ne âlâ memleket! Aklı başında birçok insan evladı aile kavramının üzerinde ısrarla  duruyor. Bir bildikleri var elbet. Toplumun çekirdeği, tohumu ya hani, e hâliyle önemli. Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı  yaşam memnuniyeti araştırmasına göre 2010 yılında kendilerini en çok ailenin mutlu ettiğini ifade edenlerin oranı % 70,9. Peki bu  “aile” nerde hayat bulur? Barınağı sadece sokaklar mıdır? Elbette hayır. Ailenin tek ikametgâhı vardır o da: Ev.

Çocuk konuşmayı, yürümeyi, sevmeyi, yemek yemeyi kısacası evde hayatı öğrenir, sosyalleşir. Kendini bilir, tanır daha sonra dışarısı  ile tanışır. İşlenmeye hazır bir zihin direkt sokakla tanıştığında kısa devre yapabilir. Sonra hepimizin anne babalardan sık sık duyduğu  Benim çocuk hiç bana benzemiyor, ne yapacağımı şaşırdım.” türevinden yakınmalar… Ağaç sallanınca armut dibine  düşmüyor işte.

Ev, karargahtır. Hiçbir kralın giremeyeceği kadar da özel mülkiyet alanıdır. Ümmetin yeniden ayakları üzerinde doğrulması için iş  evden başlar fakat evin sınırları da küre kadar geniştir. Baki’ye selam olsun ne güzel bir tespitte bulunmuş: “Cihanın nimetinden  kendi ab u danemiz (su ve ekmeğimiz) yeğdir. Elin kâşanesinden (köşkünden) kuşe-i viranemiz (kendi virane köşemiz) yeğdir.”

Velhasıl ben artık evde olmanın sırrına varmak üzereyim. “Evli” deyince aklıma sadece düğün dernek değil, evde durup dünyayı  yönetenler, en harika hizmeti yapanlar geliyor. Böyle düşünmesi dahi insanı heyecanlandırıyor. E devir değişti artık; evime dönüp  artist olacağım!


GENÇ'ın Yazısı.