Cepteki Hüzün...
Herkesin bir yeri, yurdu, mekânı ve ortamı var. Ocakta tencere, ipte mandal, çivide tırnak makası, sehpada örtü, kapıda zil, terlik, gömlek, kumanda, yorgan, her şey, yerli yerince var ve her an kullanımda.
Merhum Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’yı, 15-16 yaşıma tekâbül eden 20 sene öncesinden tanırım. Yuvamız Dergisi’nde “Nereye?” isimli bir şiiri yayınlanmış ve bu şiirin altına şu not eklenmişti:
“Bu şiir, merhum vefat ettiğinde, ceketinin cebinde bulunmuştur.”
Tâbiri câizse, kendisinin veya bir insanın vefâtını anlattığı bir şiirdi bu. Uzun zamandır, bestelenmiş hâliyle bir kısmını ezgi olarak da dinlediğimiz bu şiiri, tefekkür istifâdesi adına zaman zaman okumayı arzularım.
Güzelyazıcı, son devrin din âlimlerinden, mütefekkir, mutasavvıf, şâir, vâiz ve bu görevi başındayken vefat etmiş, İstanbul müftüsü, bir güzel insan.
Böyle güzel bir insanın, böyle güzel bir şiirinin, böyle mânidar bir şekilde ortaya çıkması bana hayli tesir etmişti.
Her bir mısrâsını tekrar tekrar okumuş, ezberlemiş ve düşünce âlemimde, üstâdın ifâdesiyle “tahtadan yapılmış uzun kutu”nun yolculuğunun öncesi, süreci ve sonrasına dâir yoğunlaştırılmış bir âhiret endişesini kazanmaya çalışmıştım.
Şimdilerde, yine bu şiir üzerinden, çok daha farklı dünyâlara dalar oldum. Daha tabuta, kefene, mezara gelmeden, ölümden belki daha acı hâdiseleri yaşayan insanları, çocukları, anneleri, yaşlıları, bu mısraların sokaklarında bîçâre vaziyette bulmaya başladım.
Herkesin bir yeri, yurdu, mekânı ve ortamı var. Ocakta tencere, ipte mandal, çivide tırnak makası, sehpada örtü, kapıda zil, terlik, gömlek, kumanda, yorgan, her şey, yerli yerince var ve her an kullanımda.
Aksi olduğu herkesçe bilinen bir komşumuz günün birinde “sizi buralarda oturuyor görmekten rahatsızım” dese, huzur ibremizde hissedilir bir düşüş başlar.
Hele hele ağız birliği yapmış birkaç komşu, mahalleli, o veya bu sebepten, başka bir yere taşınmanızı gerektirecek sıkıntılar çıkarmaya başlasa, “al başına belâyı” türünden serzenişlerle bir dünya yükün altına girer ve çaptan düşebilirsiniz.
Ve istemediğiniz bir zorunluluk olarak yeni yerleştiğiniz, kendi şehir, hatta mahallenizdeki yeni hayâta ötelenmişlik hissiyle bir alışma süreci...
Âilevî psikoloji, gelir-gider durumları, çocuklar, okul, yeni insanlar, komşular ve sâire, her biri ayrı birer mesele olarak kucağınıza bırakılmış kader materyâlleri...
Böyle değerlendirildiğinde, ciddi bir mesele olarak üzerine gidilebilecek durumları çok çok hafif, basit ve sığ bırakacak binlerce, on binlerce, yüz binlerce dayanılması güç hâdise arkalarında, bizim mahalleye göç etmek zorunda kalan kardeşlerimiz var. Hayatta kalabildikleri kadar buradalar. Sağlam kalan, kurtarabildikleri organlarıyla buradalar.
Hissiyatının ayar kolu kırılmış, devreleri yanmış, şartelleri atmış gönülleriyle, kalpleriyle buradalar.
Her birinin, ayrı bir hayatı, hikâyesi, ev, aile, akraba, iş ve okul durumları varken, kader birlikteliğinde, mazlumlukta buluştular.
5 sene, 7 sene önce akıllarına bile gelmeyecek işler çıktı ortaya. Bir anda evlatlar anne-babalarından, kadınlar kocalarından, dedeler torunlarından, komşu komşudan, akraba akrabadan, hiç acımadan hunharca katledilerek veya kaçırılarak, aç, açıkta, perişan bırakılıp ölüme terk edilerek ayrı düşürüldüler.
Ölüm çetin mesele, zorun zoru, dehşetli an. Ancak öyle vaziyetler âşikâr oldu ki ölmeden evvel tadılmayan acı neredeyse kalmadı.
Cana kast edildi, namusa kast edildi, çocuklara, kadınlara, gençlere kast edildi; mala, mülke, her şeye kast edildi.
Ve bir kucak açıldı. Ancak açılan kucak, kolların ve parmakların uzunluğu ve gücüyle mahdut bir durumda. Acılarını içine gömmeye çalışa çalışa gönlü yorgun düşmüş nice yaralı, ferdî ve âilevî sahiplenmeye muhtaç hâlde.
Her biri, sanki şu mısraları mırıldanarak yaşıyor günü ve ânı:
Artık ne mâvilik, ne pembe bahar,
Ne mehtap, ne sâhil, ne sandal, hep kar,
Söyleyin benimle uçan ey kuşlar,
O yazlık dünyadan, bu kış, nereye?!
Ve acaba hangisinin cebinde bir kâğıt, bir şiir, bir mektup, bir hâtırâ, bir özlem, bir kahır saklı...
Hem de daha ölmeden, yaşıyor gibi yapıyorken...
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.