Şehzadeler Şehri
Dik merdivenlerden çıkıp Gök Medrese’nin eyvanlı girişine oturdum. Ne talebeler ne de alimler birkaç ihtiyar, gölgeleri kaybolmuş sandukalar ve ben...
Meşkhanede çekildi kudretli elif, nun ve vav. Bir harf kâdirdi büyülemeye. Hattat kalemi eline alınca içi titreyerek yazdı. Elinden önce hakikat değmeseydi kamışa bu sanat rahmani ruhun eseri olmaz, alıp götürmezdi seyredeni.
Ferhat ile Şirin’in şehri Amasya. Hızır’la meşk eden Üstat Şeyh Hamdullah’ın memleketi, şehzadelerin medresesi, Pontus krallarının mezarı.
Üç kıtaya hükmedecek padişahı yetiştiren kudretli, bilgili, öngörülü hocaların evi oldu bu topraklar. İstanbul’daki sanatkarlar ordusunun bir eşi yer aldı sancakta ve sanatkarın izi kazındı köprüye, konağa, camiye. Nehri serin, toprağı bereketli bu şehri Ferhat Dağı korudu, tarih yol gösterdi şehzadeye. Ne Bursa ne Manisa ne de Edirne... Hep bir adım öndeydi Amasya.
Osmanlı’dan kalma nasipli bir barutluk var yolda kaldırım taşları arasına sıkışmış. Gelip geçen Fatiha okuyup üflüyor. Roma köprüsünün ayakları üstüne önce Osmanlı daha sonra da Cumhuriyet Türkiye’si köprü kurmuş. Üç medeniyet sarmaş dolaş. Yeşilırmak sakin sakin akarken konakların cumbaları eli böğründe uzanıyor suların üstüne. Eski sahipleri İris diye bilir bu suyu. Sarp kayalara oyulmuş Kral Mezarları boş.
Külliyeleri severim. Yapılışında zeka, beceri ve ileri görüş barındırır. Maddi desteğe muhtaç olmadan ayaklarının üstünde dururken yolcuya, talebeye, alime ihtiyacı olanı sunar. II. Beyazıt Külliyesi de yüzyıllarca şehzadeleri ağırlar. Dev bir yapboza benzeyen künde kari kapıların dışındaki yarım küre tokmaklar dünyadır. Kapının içine tokmak konmaz, dünyayı arkasında bırakıp camiye girer kul. Caminin solunda yer alan bayan girişine yakın narin ve kırılgan kadına yaraşır bir zariflikte kuş sarayı inşa etmiş mimar. Avluda Osman Bey’in rüyasında yükselen çınar ağacı...
Dik merdivenlerden çıkıp Gök Medrese’nin eyvanlı girişine oturdum. Ne talebeler ne de alimler birkaç ihtiyar, gölgeleri kaybolmuş sandukalar ve ben... Selçuklu valisi Seyfettin Torumtay’ın yaptırdığı camii adını kümbeti süsleyen gök mavi çinilerden almadı, astronomi derslerindeki bilgelikti adına yansıyan. Taş ustası caminin içinde huzuru bozacak detaylardan kaçınıp sanatını binanın dışında gösterdi. Kıvırdı, büktü, yumuşattı kaba ve sert olanı. Mimar Sinan gibi, Torumtay gibi devşirmeydi türbenin duvarları. Yunanca yazılı taşlar, Roma tapınağının sunağı sıkışıp kaldı kesme taşlar arasında.
Müze geçmişin izlerini, bilinmeyen hikayeleri saklıyor. Gösterişli lahitlerin arasına sıkışan küp mezarın sahibi kayıp. Kölelerin geceler boyu ağlayıp doldurduğu gözyaşı şişeleri sahiplerinin mezarından alınıp vitrine dizilmiş. Ya köşede iç organlarıyla yatan dişleri yamuk, ağzı korkuyla açılmış sargısız mumya... Ne topukları delinip ölü vücudundan akan kanı ne de gölgede kurutulduğu anı hatırlayabilir. Bir iftira yüzünden boğulduğu gün katledilen ailesi, yavruları hâlâ gözünün önünde.
Müzenin bahçesinde Sultan Beyazıt Külliyesi’nin güneş saati var. Osmanlı kavuğuna benzeyen mermer saatin dilimleri şaşmadan karanlığa kadar dakikaları gösteriyor. Batı’dan önce Doğu’nun vazgeçilmeziydi saatler. Şimdi dakikliğiyle övünen Avrupa’dan bin yıl önce medeniyetten uzak, çölün ortasında dakikalar idare etti hayatı, adım başı muvakkithaneler açıldı Osmanlı topraklarında ve zengin de fakir de bir saat edindi. Dedem ister kaba ister zarif olsun besmeleyle cebine yerleştirmeden önce itinayla ayarlar, kurar sonra da kulağına koyup zikrini dinlerdi. Onun için Allah’a giden yolun kapısıydı saatler. Bileğimde hiç durmadan koşuyor akrep ve yelkovan...
Hande Berra'ın Yazısı.