Mahiyetimiz Maiyetimizde Saklı
Birbirine yazılmış olanlar, birbirlerinin ihtiyaçlarını en iyi giderecek olanlardır. Bunlardaki sırrı keşfetmek kendimizdeki sırrı keşfetmek kadar önemlidir. O yüzden kimle beraber olduğumuza ayrıca dikkat kesilmemiz gerekiyor.
Genç vardığı şehri çabuk sevdi. Zaten sevmesi gerektiğini biliyordu. Ne ki verilmişti, sevmemek olmazdı. Madem takdir burasıydı, burada sırrına ait bir mana vardı. Ne kadar kalması murat edilirse o kadar kalacak ve bu manayı devşirmeden geri dönmeyecekti. Kim bilir belki de burada kalacak, hakkındaki murada burada erecekti. Zaman zaman yüreğini sıkan mengene ancak bu hissiyatla gevşiyor, ancak böyle düşünerek rahat buluyordu.
Vardığı hafta Hakîm’in tavsiyesi ile şehrin yerlilerinden birileri ile buluştu. Hepsini içten gelen bir muhabbetle kucakladı. Onlar da Hakîm’in selamı ile gelmiş bu genci iştiyakla bağırlarına bastılar. Genç, sonraki zamanlarda haftalık buluşmalarında gündemleri gönül olan bu insanların yüzlerine bakarak rahatladığını hissederdi. Kimisinde Hakîm’in bakışlarını, kimisinde gülüşünü, kimisinde hüznünü, kimisinde heybetini gördüğünü hissederdi. Gönülleri ile konuşup gönülleri ile söyleşen bu insanlarla geçirdiği zamanlar kesin biliyordu ki Hakîm’le geçirdiği zamanlara eklenecek bereket ve yoğunlukta zamanlardı. Bu zamanlarda saat işlemez olur, kalbin ritmi hızlanır, lahuti bir esinti bütün vücudunu kaplardı. Ama yine de yüreğinde kabaran bir şeyler vardı. Ne yapsa buna engel olamıyordu. İlk defa o zamanlar fiziki yakınlığın önemi zihnini meşgul etmeye başladı. Maiyet yani beraberlik kavramı aslında ne kadar önemliydi! Allah Rasulü’nün sahabisinin, Kur’an-ı Kerim’de “O’nunla beraber olanlar” şeklinde nitelendirilmesi hep manidar gelmişti zaten. Sonraları günlüğüne fiziki yakınlığın ruhi yakınlık kadar önemli olduğunu o zaman anladığını yazacaktı. Ama bunun bir nasip işi olduğunu da ekleyecek ve şöyle kaydedecekti:
“Birbirlerine fiziki yakınlıkları bahşedilenler birbirlerinin erdiricisi ya da mütemmim cüzü olmakla birbirlerine yazılmış olanlardır. Birbirine yazılmış olanlar, birbirlerinin ihtiyaçlarını en iyi giderecek olanlardır. Bunlardaki sırrı keşfetmek kendimizdeki sırrı keşfetmek kadar önemlidir. O yüzden kimle beraber olduğumuza ayrıca dikkat kesilmemiz gerekiyor. Beraber olmamız murad edilenlere razı olmalı, onlardaki manayı keşfetmeye çalışmalı ve nihayet onların bizdeki mana ile buluşmalarını sağlayacak bir gönül kıvamını onlara sunabilmeliyiz. Yazılmayanla buluşmaya çalışmak maksuda, manaya ve matluba gayr kalanların harcıdır. Bunların çektiği hasret ve beslediği ümit boşluğa gönderilmiş mecalsiz çırpınışlardan öteye gitmez. Aldanış ya da…”
Genç, o gece haftalık buluşmadan erken ayrıldı. Olağan okuma sırasında içinde kabaranı, tutabildiği kadar tutmak istiyordu. Bir telaşla eve geldi. Arkadaşları tatlı bir sohbetin içindeydiler. İzin isteyip odasına çekildi. Bir müddet seccadesinde gözleri kapalı oturdu. Sonra kitaplığına geçti, bir kitap aldı. Aslında canı çok okumak da istemiyordu. Nitekim daha ilk satırda kitabı kapattı ama gözüne çalınmış o tek satırı yüksek sesle ve gülümseyerek tekrarladı:
“Ah büyük aşk, küçük sevgili…”
“Bu da laf mı şimdi? Aşk büyükse sevgili de büyüktür. Yok öyle değilse, ne aşk aşktır, ne sevgili sevgilidir.”
Masasının başında öyle dururken eli kalemliğe gitti. Bir beyaz kâğıt çekti ve yazmaya başladı:
Muhterem Efendim,
Tahassür salınca lavlarını yüreğime, yüreğim dayanamaz oldu. Volkan gibi patlayacakken, kalemimden kendine bir yol buldu. Oradan aktı önümdeki beyaz kâğıda. Bilmem şu anda elinizdeki mektubun alevleri mübarek simanızı rahatsız ediyor mu?
“Tahatturum tahassürümü ziyadeleştiriyor” demişti bir zamanlar şair. Fakir, sizi tanıma şerefine erdim ereli hep eksik buldum bu ifadeyi. Tahattur ne kelimedir, zat-ı âlilerinin nurdan silueti mazim, halim ve âtimken…
Cümle yârân hep iyiler Efendim. Hürmetlerini iletmemi istirham ettiler. Firakınızın gönüllerini kavurduğundan bahsettiler. “Teşrif etmeyecekler mi” dediler. “Bizi daha ne kadar yetim koyacak” diye dertlendiler. Daha epey kelam ettiler. Yüzlerine bakakalmışım. Az kalsın bir şeyler söyleyecek, belki de zanlarının mahrem dünyasını kendi zannımla darmadağın edecektim. Hep burada olduğunuzu, hiç ayrı düşmediğinizi söylese miydim yoksa?
Zat-ı âlilerinin civarından ayrı düşeli bırakınız her saati ve her dakikayı, her saniyeyi saymışım Efendim. Her ne kadar farkında olsanız da bu işin bana zor geldiğini şuracığa kaydetmemek ihtiyarımda değil. Lakin gurbette imrar-ı hayat etmek de farklı bir tecelli değil mi Efendim? Garibin harcı gurbetmiş; bunu anladım. Hüzün dersinin mektebiymiş gurbet. Hüzün ne güzel bir meşrepmiş Efendim, ne güzel meslekmiş! Hüzün bir memba imiş. Hüzün çöl sıcağında bir vaha, buzullarda sımsıcak bir esintiymiş. Hüzünmüş meğer sizin güzelliğiniz Efendim.
Şu satırları karalarken son görüşmemiz düştü aklıma. O gün gözlerinizde kaybolmuştum Efendim. Saatler, günler geçti de bulamadım kendimi. Gözlerinizde okyanusları kulaçlarken, yükseklerden bir şelale gibi çağıldarken ben kimdim? Bedenimle, idrakim/şuurum/varlık bilincim birbirine bu denli yabancı ve meçhul iken ben kimdim? Özümden bir yerlerden fışkırmaya başlayan ırmaklar yüreğimi ve cesedimi önlerine katıp götürürken, durup geriden seyreden ben kimdim? Şu kadarı var ki, ben sizdim, lakin siz ben değildiniz.
Daha ne söyleyeyim Efendim? Mümkün olsaydı da şuracığa yüreğimi iliştirip “Himmet Efendim” diye nazarınıza takdim edebilseydim de, bu kadar söze hacet kalmasaydı!
Baki hürmet ve muhabbetlerimle…
” Mektubu tekrar okudu. Kimi yerlerini düzeltsem mi diye düşündü.
“İçimden geldiği gibi gitse daha samimi olmaz mı?”
Öyle düşünüyordu ama bazı ifadelerin Hakîm’i rahatsız edeceğini de hissediyordu.
“Belki memnun olur…”
Cevap gelir miydi acaba? Lütfedip cevap yazar mıydı Hakîm?
Bunu düşünürken uykuya daldı.
Rüyasında mektubunu Hakîm’in masasında kâğıtların arasında gördü. Evvela, odada tek başına ne aradığına şaşırdı. Etrafına bakındı. Kimse yoktu.
“Ne zaman geldim, nasıl geldim, Hakîm nerede acaba?”
O an kendi mektubunu alıp masanın en üstüne koymayı düşündü. Sonra Hakîm’in bunu fark edeceğini düşünerek vazgeçti.
“Böyle durduğuna göre okumuştur zaten…”
Bir sonraki sahnede Hakîm’i sohbet ederken gördü. Herkese o engin gözleri ile nazar ediyor, ama kendisine hiç bakmıyordu. Buna şaşırdı.
“Odasında izinsiz girdim, ondan mı acaba?”
İçinde bir yerler yanmaya başladı. Nerede yanlış yaptığını düşünüyordu. Pişmanlık ateş olmuş içini yakarken, bir tarafının da bu pişmanlığa isyan ettiğini hissediyordu. Olmadık yerde kopup gelen münasebetsiz o ses midesinin üstünde zonklamaya başladı:
“Rüyada bile pişmanlık, yeter artık yeter…”
Birden gözlerini açtı. O ses içinde çınlamaya devam ediyordu ama:
“Rüyada bile pişmanlık, yeter…”
Doğruldu, başını duvara dayayarak bağdaş kurdu. Gözlerini yumdu, kısık bir sesle şu duayı okudu:
“Ya Hayyu Ya Kayyum birahmetike estegîs, eslıhnî şe’nî külleh ve lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete aynin… (Ey diri olan, ey Kayyum olan Rabbim rahmetin adına yardımını talep ediyorum, bütün işimi ve halimi ıslah et ve beni bir an için bile olsa nefsimin eline bırakma!”
İçi ferahladı. Tekrar yatağa uzanırken belli belirsiz mırıldandı:
“Son nefese kadar böyle. Hep pişmandık, pişmanız, pişman kalacağız… Çünkü her dem hatadır kârımız… Rahatsız olan çekip gidebilir…”
“Hakîm ile Genç” Sona Ererken...
Hakîm’in Genç’in mektubuna ne cevap verdi bilmiyoruz. Cevap verdi mi onu da bilmiyoruz aslında. Sonları ne oldu? Bir sonları oldu mu? Bu sorular da meçhul bize. Genç’in notları arasından çıkan şu kısa metin dışında bir bilgimiz yok:
“İnsan bir mola yerinde kendisini ne kadar unutur? Vasıtadan ne kadar ayrı kalır da, mola yerinin harikasına tutulur? Unutmaz, unutmamalı. Tutulmaz, tutulmamalı. O menzilde öncelerden, sonralardan bir esinti varsa iş değişir ama. O menzilde sılaya ait kokular varsa teneffüs uzayabilir. O menzilin veçhinde umulana ait bir akis dalgalanıyorsa her şey farklı olabilir.
Her şey farklı oldu. Sıla, menzile mi geldi? Menzil bir anda sılaya mı erdi? Menzilde eğlenenler ya da, öyle zannetti. Ama zan gerçeği değiştiremedi. Menzil ermedi. Orada görevini ifa etmek için bekliyordu, görevini yerine getirdi. Orada olması murat edilmişse, orada beklemeye devam etti. Ama o da bir yolcudan başka bir şey değildi ki!
Menzile konanlar ya da menzile aldananlar… Yolculuk ve vuslat haklarında murat edilmişse, onlar için menzil gurbeti başladı. Menzilin gurbeti, gidilen yoldan ayrılmak mıydı? Değil elbette. Bu, menzildeki sılaya kananlar için bir teselli olabilir. Menzilin gurbeti, varılacak yeri değiştirmez. Vuslat aynı vuslattır. Ama yol, yolcular ve seyr ü sefer değişir. Menzile aldananlara bu ceza yeter. Artık onların harcı gurbet içinde gurbettir. Çare, yolcu olduğunu hiç hatırdan çıkarmamaktadır.
Çare, birbirine yolcu olduğunu hiç unutturmamaktadır. Menzile aldananlar, çaresiz kalanlardır.
Menzile aldananlar doyanlardır, yolculuktan usananlardır, yetmezlik ufkundan gözünü ayıranlardır.
Menzile aldanmak, yoldan dönmek demektir. Hiçbir menzil yol kesmez. Yol kesen ancak kendisine keser.
Birbirlerinin yolculuğuna menzil olanlar kurtulmuşlardır.”
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.