Yıllarca opera dinlemediği için aşağılanmış olan dedemizin intikamını operada “uyan ey gözlerim gafletten” ilahisini dinleyerek aldığımızı sanıyoruz. Ya da tasavvuftaki “zikr” yerine cazdaki “session” atmosferini koyarak evrensel durduğumuzu zannedebiliyoruz. Beynimiz nasıl bilgi çöplüğüne dönebiliyorsa, ruhumuz da işte böyle zevk çöplüğüne dönebiliyor. Müzik ruhun gıdası iken gıda zehirlenmesi kaçınılmaz olabiliyor.

Gâvura gâvur demenin ayıp olduğu günden beri ne Mevlana gibi “bırakın 72 millet bir yaşasın” sözündeki ‘kesrette birlik’ esprisini kavrayabiliyoruz ne de “kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne bela” mısralarında olduğu gibi sebebe ve duruma özgü tavır takınabiliyoruz.

Zira Müslüman olmayan batılı, bize önce terakkiyi sonra modernliği hediye etmişti ve biz hangi tarafa dönersek okumuş kesimin “evrupa azizim başkadır” lafları ile mecburen batıya doğru eğilmeye, eğilmek nedir yeldir yepelek  koşmaya başlamıştık. Köklerimiz koparılıp modern bir kütük haline geldiğimizde geçmişimizle aramızda uçurumlar açılmıştı ve bizim geçmişi anlama arzumuz bir nostaljik serinlenmenin ilerisine geçemez hâle gelivermişti. Kökü ve  dayanağı olmayan “modern kültür “, “modern velvele”, “modern pırsma” kendinden menkuldü ve revaçtaydı; bilimden teknolojiden beslendi ve duygularımızı eğilimlerimizi acayiplikler üzerine yamayarak bir pazar oluşturdu. Bu pazarda nostaljiye yer vardı ama daüssılaya yer yoktu, değişime yer vardı ama öze/asıla dönmeye yer yoktu.

Böylece bizi terbiye eden değerlerimiz ve ceddimizin genlerimize işlediği medeniyetimiz; özü-aslı olmayan bir yapay kültürün elinde yok edilmiş, geri kalmışlığın sebebi atfedilmiş, yüzümüz gelenekten geleceğe değirmen taşı misali eze eze döndürülmüştü.

Afallarken reflekslerimiz de erimiş, dünya en kötü en yaşanmaz hâle gelse bile elindeki fidanı dikmeye şartlanmış olan kodlarımız; bilim-teknoloji adına nerde hangi canlı varsa haklarına tecavüz etmeye başlamıştı. Haksızlığı seyretmeye, bilgiyi  güç için kullanmaya ve yeni olana şeksiz şüphesiz sarılmaya işte böyle başlamışız.

Oysa gelenek ve ananevi reflekslerimiz sayesinde taklidi imandan tahkiki imana geçiyorduk biz. Farkında olmadan geleneğin getirdiği yaşam tarzı ile “akraba ziyareti, selam, hasta ziyareti, cenazeye iştirak, kendin için sevdiğini din kardeşin için de  sevmek” gibi ‘Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarını’ bil fiil yerine getiriyorduk.

İçinde “modern” ve “pazar” olan cümleler kurduğumuzdan beri tüm bu haklar yerini çarklara bıraktı. “Diğerkamlık” diyen bu din ve getirdiği bu gelenek “egoizm”  diyen insanlara ancak bir yere kadar set olabildi. Olamadığı yerlerde ise ikiyüzlü/ mürai insanlar türeyecekti elbette.

Geleceğin geçmişsiz tezyin edilemeyeceğini kavrayanlar modernizmin geçmişi baltalayan haline dönüp bakarken bir geçiş  formuna sığınıp kendilerine sofa gibi bir yer aramışlardır. Lakin bu kez de aradaki kopukluktan dolayı geçmişle duygusal aidiyeti yakalayamamış ve geçmişe öykünerek sadece kopyalama, esinlenme tarzında eserler vermişlerdir. Böylece  geçmişle bağları tazelemek adına duyguyu değil sadece şekli günümüze taşıyabilmişlerdir.

Abuk sabuk romanlara tasavvufi geleneğin motiflerini yerleştirerek, büyüklerin günlerce çile çekerek ulaştığı hikmetli bir sözü sanal sayfalarda iki dakikada tüketerek, mimaride eski motifleri kullanarak sizce geçmişle bir bağ kurup o hakiki imana  yol mu aramaya çalışmaktadır modern Müslüman?

Tabii ki hayır… Bu yaklaşım tarzı geçmişi anmaktan/nostaljiden bile daha garip durmakta, içinde daha çok mürailiği barındırmaktadır. Kendisine resmen yeni bir pazar aramaktadır postmodern insan. Eskiden nemalanarak ve kopyalayıp  yapıştırarak “satış” yapmaya çalışmaktadır.

Bu minvalden Ramazan’da ortaya çıkan cazlı Ramazan konserlerine de bu gözle bakıyorum. Tuluhan Bilge’nin piyanosu ile mehter takımına eşlik etmesini bu yüzden garip buluyorum. Itrı’nin zaten güzel olan eserlerini çok sesli bir koronun kuşa  çevirmesine bu yüzden gıcık oluyorum.

Bu tür denemeler; Batı kültürünü devletlü medeniyetimiz ile birleştirmek gibi gayet yumuşak bir karna yaslansa da altında yatan sebebin caz severleri Ramazanla ya da Batı müziği sevenleri geçmişleri ile,  obua ve çelloyu gelenekselliğe kapı açan güfteler ile, popçuları dedelerinin hu diyerek cezbeye gelip icra ettikleri o hâl ile buluşturmak gibi ulvi bir gayesi olduğunu da düşünmüyorum. Bu tür denemelerin altında yatan tek sebep postmodern dünyada denenmemiş, tüketilmemiş, harcanmamış bir değer bırakmamak. Yeni bir pazar oluşturmak...

Bizim gibi kökleri ile arası açık garip yetim bir nesil Ramazan’ın aslına vakıf olamazken, bir de caz , blues, opera ile birleştirilip nemenem bir hale getirildiğinde ne hissedebilir. Yahut bu tür etkinliklere katılan elit kesim akşamdan sabaha kadar  okunan ezana muhalefet edip, Osmanlıyı faşizan ilan ederken hangi yüzle gidip bir orkestra önünde çığıran bir operetten “sordum sarı çiçeğe” ilahisini zevk ve meşk ile dinleyebilir.

Marka giyinen, Türkçe’ye garaip aksanlar katıştıran, ayakta yemek tüketen, gevezeliği sosyallik olarak niteleyen, bilmem hangi ülkenin hangi müziğini dinleyerek evrenselleştiğini sanan, kendi kültürü ve değerlerini bir aşağılık kompleksi uğruna yer  ile yeksan eden gençleri bu kadar yuvarlak/evrensel/ global olmamaya davet ediyorum. Pazara sunulan her malzemeye talip olmak ardından kendi ruhumuzu pazarlamayı da getiriyor çünkü.

Yıllarca opera dinlemediği için aşağılanmış olan  dedemizin intikamını operada “uyan ey gözlerim gafletten” ilahisini dinleyerek aldığımızı sanıyoruz. Ya da tasavvuftaki “zikr” yerine cazdaki “session” atmosferini koyarak evrensel durduğumuzu zannedebiliyoruz. Beynimiz nasıl bilgi çöplüğüne dönebiliyorsa, ruhumuz da işte böyle zevk çöplüğüne dönebiliyor. Müzik ruhun gıdası iken gıda zehirlenmesi kaçınılmaz olabiliyor.

Velhasıl bir ara nesil “Namık Kemal” gibi arasatta kalarak kendilerini tanımladılar ve çoğunluktaydılar. Oysa biz değerlendirme açısından daha şanslı bir dönemde dünyaya geldik öyleyse bu yeni dönemde kapitalizmin bizi bir pazar yerine  sürüklemesine bizzat kendimiz olarak direniş göstermeliyiz.

Pazarın bir elemanı olmamak için geçmişimiz ve geleceğimiz ile bağlarımızı sağlamlaştırarak yeniden eski reflekslerimize kavuşmaya çalışmalıyız. Öyleyse en başta zorlama zevkler ve  zorlama renkler ile şekillenmiş evrensel bir yaşam tarzına kendimizi zorlamayı bırakarak işe başlayalım.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.