Genç Beyinleri Çürütmeyelim
Ömer Öztürk
ÖNDEYİŞ:
Seven yaşar, yaşayan çalışır, çalışan ekmek bulur… - M. D. Sudery
Geçen gün, bir dost meclisinde oturuyoruz, hâlleşiyoruz. Orada hazır bulunanlardan, 25-30 yaşlarında görünen, temiz yüzlü bir tanesine sormuş bulundum: “Tahsiliniz nedir?” ‘İletişim Fakültesi mezunu’ymuş. Basın-yayın da derler ya, o bölüm işte. “Ne işle iştigâl edersiniz?” Muhatabım hiç tereddütsüz: “Kitap okurum.” “Anlamadım!” Yeniden: “Kitap okurum, işim bu.”
Tabiatıyla bu ilginç cevaplar manzumesi beni pek şaşırttı. Elbette kitap okumak çok mühim ve hayatî bir meşgâle idi ama ‘ne iş yaparsınız, mesleğiniz nedir’ sorusuna katiyen cevap teşkil edemezdi.
Aslında buradaki temel meselenin, ozon tabakası misali durmadan açılan ve artık dikiş tutmaz bir hâl alan yarığın neden ve niçini çok basitti. Memleketimizde her yıl basın-yayın, iletişim gibi bölümlerden binlerce genç mezun oluyor, bunların çok az bir kısmı televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde iş buluyor, yeterinden fazla bakiyesi ise, ‘Sefiller’i bile gölgede bırakan bir memleket klâsiği olarak, sokaklara dökülüyordu.
Eh, bu sokağın da bir kapasitesi, eskilerin deyimiyle bir istiab haddi vardı, bu kalabalığa sokak mı dayanırdı.
Bu iletişim fakültesi mezunlarına bir de sayısız öğretmenlik bölümü, tarih, fizik bölümü, v.b. bölüm mezunlarını ekleyin, meselenin ne kadar çapraşık bir muammaya büründüğünü, durumun giderek nasıl da vahamet kesbettiğini görür, türlü endişelere gark olursunuz [ilgili deyimler: kaldırım mühendisi, benim oğlum bina (gramer) okur döner döner yine okur, gizli işsizlik, boşta gezmek v.b.].
Haa, bir de işletme fakültesi mezunları, yaygın deyimle işletmeciler var. Sorsan, ‘işletme mezunuyum’ der; ‘peki ne iş yapıyorsun?’ Cevap yok. Anladığım kadarıyla, bunlar sadece bizi işletiyor.
Üniversitelerimizde Sümeroloji’den tutun, Leh, Hint Dili Edebiyatı’na kadar pekçok gerçeküstü bölüm var. Var oğlu var da, neticeten ne oğluma ne de kızıma iş var. Bir insanın çivi yazısıyla iştigâl etmesi, Lehçe, Japonca gibi, daha kitabevlerimizde o lisanlarda yazılmış bir tane bile kitap bulunmayan dilleri öğrenmesi iç âlemine sayısız zenginlikler getiren kültürel uğraşlar yerine geçebilir ama meslekî faaliyet sahası kısıtlı ve dar konularla oyalanmak, bir yerden sonra aynı sakızı saatlerce çiğnemek gibi bir şey olur.
40 yıllık bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, insanımızda gördüğüm en aslî hususiyetin aşırı uyanıklık ve akıl almaz bir şark kurnazlığı olduğunu bu sütunlarda itirafa mecburum. Bunun misallerine siz de hemen hemen her gün etrafınızda tesadüf edebilirsiniz. Mesela, geçenlerde bir Türk profesör Kimya sahasında nobel ödülüne hak kazandı. İlk bakışta, gurur verici bir hâdise gibi görünüyor ama acaba işin aslı öyle mi? Hayır. Bir defa bu profesör senelerdir Amerika’da, oraya yerleşmiş. Kimyevî faaliyetlerini de orada yürütüyor. Belli ki, zamanında en büyük zaaflarımızdan birini teşkil eden ‘beyin göçü’ dalgasına kapılıp kendini okyanus aşırı kıtaya atmış.
Bu durumda insan düşünmeden edemiyor. Acaba bu nobel ödülü bize mi yoksa Amerika’ya mı verildi? Ne olurdu, kıymetlerimizi elimizde tutsak, onlara gerekli imkânları sağlasak da, bu ödülü bizzat ülke olarak alsak.
Şu kimyevî hâdise beni yıllar evveline, 1988 yılına götürdü. Bulgaristan’da yetişme büyük halterci Naim Süleymanoğlu söz konusu yılın hemen başında Türkiye’ye getiriliyor. Akabinde Naim, 1988 Seul Olimpiyat Oyunları’nda halterde rekor üstüne rekor kırıyor. Aman yarabbi! O günlerde Naim ne çok konuşulurdu. O zamana değin memleketimizde pek makbûl addedilmeyen halter gibi bir sporu bile popüler hâle getirmişti, nasıl konuşulmasındı. Herşey iyi güzeldi de, Naim’i Bulgarlar yetiştirmiş, dilini, hatta soyadını bile değiştirip ‘Süleymanov’ yapmışlardı. Hatta 1984’te Los Angeles Olimpiyatları’nda Bulgaristan adına yarışmış, orada da dereceler elde etmiş, ‘Cep Herkülü’ unvanını almıştı. Sonuçta başkaları pişirmiş, biz de afiyetle yemiştik.
Bence, hükümetlerimize düşen öncelikli görev, üniversite mezunlarımızın hemen hemen hepsinin istihdam edilmesini sağlamak, üniversitelerdeki atıl ve artık israf kaynağı haline gelmiş bölümleri yeniden tanzim etmek ve en önemlisi gençleri sokaktan, kahvehane köşesinden kurtarmaktır. Yetişmiş, eğitimli beyinlerin orada-burada heba olup gittiğini, harcandığını gördükçe insan çok üzülüyor.
Bir insan hangi bölümden mezunsa o işle uğraşmalı. Yoksa bizdeki gibi ortalık fizik okuyup da müzik yapandan geçilmez olur. Neymiş, adam ‘felsefe’ okumuş. Yahu bizde sokakta, kahvede, büroda, çarşı-pazarda zaten herkes felsefe yapıyor, ortalık filozoftan geçilmiyor. Sen felsefe ve benzer bölümleri hayatın her sahasında etkin ve nüfuzlu kılabiliyor, bununla ilgili sayısız iş sahası yaratabiliyor, onu ayrıcalıklı, farklı ve cazip hale getirebiliyor musun, ondan haber ver.
TEMENNA:
Genç beyinleri çürütmeyelim, onlara ‘oku oku budur sonu’ dedirtmeyelim*, otuzunda aldıkları diplomayı yırttırmayalım**.
(*Oku Oku Budur Sonu-hekim ve yazar İhsan Ünlüer’in bir kitabının ismi; **Rıfat Ilgaz’ın ‘Aydın mısın?’ adlı şiirinden bir mısra: yırt otuzunda aldığın diplomayı…diyor şair.).
SONDEYİŞ:
Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider imiş/Zengin var’lıktan, fakir dar’lıktan delirir imiş/Ezgin Ömer, bezgin yaşar gider imiş/Kimse derdin (i) sormaz, bîkes göçer gider imiş…
GENÇ'ın Yazısı.