İngilizce: Öğretim Şart Eğitim İhanet!
S. Bilgehan Eren
Türkçe Yahya Kemal’in deyişiyle ağzımızda anamızın ak sütüdür. Biz onunla konuşur, onunla düşünür, onunla rüya görürüz. Muhayyilemiz ve tasavvurumuz, Yunus Emre gibi Hak dostlarının gönle tercüman hale getirdiği bu mübarek dil ile şekillenmiştir. Dilimiz sadece kendimizi ifade vesilemiz değil aynı zamanda yapmaya namzet olduklarımız açısından imkanımızdır da... Ama bu imkan son dönemde çağdaşlık ve zamanı yakalamak mavalları ile bir hüsrana dönüştürülmeye çalışılıyor. Dilde sadelik ihaneti ile Türkçe’nin mezarını kazmaya yeltenenlerin, son dönemde imdatlarına İngilizce yetişti. Şimdilerde ana okullarına kadar uzanan İngilizce eğitim çılgınlığı nesillerimizi bizi biz yapan değerlerden uzaklaştırmanın en keskin ve kesin çözümü olarak arzı endam ediyor. İngilizce eğitim bir ihanet projesidir. Evladımızı mankurtlaştırma ve teşebbüssüz bırakma teşebbüsüdür. Biz İngilizce öğrenmeyelim demiyoruz, biz evladımıza yine vatan evladı öğretmenlerin İngilizce dili ile eğitim vermesine karşı çıkıyor, bunu bir tür ihanet olarak görüyoruz. İngilizce konuşabiliriz ama düşünme, algı ve hayal ancak anamızın ak sütü gibi helal yerli dilimizle yapılabilir, aksi suyu yukarı akıtmaya çalışmak ya da kendini inkardır.
DİL MESELEMİZ
Osman Nurî Topbaş Hocaefendi, bir yazısında Hazret-i Ömer’den (r.a.) şu iktibası aktarır: “Bütün dostları gezdim, gördüm; dili muhafaza etmekten daha iyi bir dost göremedim.”
Bu ölçü doğrultusunda şunu ileri sürmek sanırız yanlış olmayacaktır. Dilin muhafazası bir nevi kalbin de muhafazasıdır. Kalbin muhafazası ise dinin (yahut inanılan değerlerin) de muhafazası anlamına gelir.
İmdi, madem “dil” gibi en temel meseleyi ele almaya çalışacağız, o hâlde bundan sonra konuşacaklarımızı da bu temel üzerine oturtarak çoğaltmak, en doğru yaklaşım olacaktır. Bu tecrübeye girişirken de “Aklıselimin İcapları - Selim Gürselgil”den istifade edeceğimizi de namus borcu dâhilinde başlangıçta belirtmiş olalım.
“Dil” mevzuuna adım atışımız, -bu zamana kadar alışılagelmiş şekilde- Batı’nın ne kadar dil felsefesi ve linguistik meselesi varsa toplayıp, çuvalımıza doldurmak ve bunlarla söz meydanında arz-ı endam etmek şeklinde elbet olmayacaktır ve olmamalıdır da. Dahası; bu bizim için ne kadar “çok” olursa, o kadar “yok” olacak bir faaliyet anlamına gelir. Zira, her şeyden önce, şunu kabul etmemiz gerekir: “Biz, Batı’yı idealleştirici, Batılılaşmacı bir çizgide görünemeyiz. Batı’nın meseleleri ve gündemi, bizim mesele ve gündemimizden farklıdır; ayrı zamanların, ayrı dünyaların insanlarıyız. Dolayısıyla, onlar ne dediyse almak yerine, -altını önemle çizmek isteriz ki- bize ne lâzımsa bulmak gibi bir mükellefiyet altındayız!..”
Bu noktada hatırlatmak isteriz ki her şey kendi ıstırabı içinde değer kazanır. Yoksa dış görünüşler, çoğu zaman derinliği olduğu gibi, gerçek değeri de kaybettirici olur. Dış görünüşler, zannedilir ki yalnız fotoğraf karelerinde vardır... Hâlbuki en yüksek fikirler ve en derin mânâlar da sırf “dış görünüş”ten ibaret kalabilir ve onları kuru kuru tekrar etmek, gerçek değerlerini, mânâ derinliklerini, onları mesele yapan ıstırapları kaybetmemize yol açar. Bir bakıma, “Geri Kalan” memleketlerle, “İleri Giden” memleketlerin keyfiyet farkı, bu noktada düğümlüdür. Geri Kalan memleketler, kendi ıstırabını çektikleri şeyleri görünüşe çıkarmasını bilmezler de, İleri Giden’leri dış yüzden taklide kalkarak, onların ıstıraplarına ve mânâlarına ortak olduklarını sanırlar. Bu kötü bir aldanıştır; çünkü kendi yaşamadığı bir hayatın sahibi olduğunu iddia edenler, ancak tımarhanede hoş karşılanır. “Demokrasi” konusu buna iyi bir örnektir. Demokrasi, Batı’da bir teamül rejimidir. Batı insanı, kendi ıstırabını çektiği dertlere demokrasi yoluyla bir çözüm bulmuştur. Hâlbuki Batı dışındaki ülkelere demokrasi götürüldüğünde, o ülkelerdeki hiçbir aslî meseleye derinlemesine derman olamamış; bedene uymayan elbise gibi sakil kalmıştır. Geri Kalan memleketlerin kendi ıstırabını çektikleri dertlere çözüm üretememesi, İleri Giden memleketlerden hazır çözümler ithal etmesi, o memleketlerde ayrı bir buhrana da sebep olmuştur.
O hâlde, “dil meselemiz”i konuşalım… Şu veya bu filozofun dil meselesini değil, kendi “dil meselemiz”i, “dil yâremiz”i, “dilimiz kurumadan” konuşalım… Bizim meselemiz nedir, ıstırabımız nedir, söze nereden başlamak gerekir?..
Geri Kalan memleketler, kendi ıstırabını çektikleri şeyleri görünüşe çıkarmasını bilmezler de, İleri Giden’leri dış yüzden taklide kalkarak, onların ıstıraplarına ve mânâlarına ortak olduklarını sanırlar. Bu kötü bir aldanıştır; çünkü kendi yaşamadığı bir hayatın sahibi olduğunu iddia edenler, ancak tımarhanede hoş karşılanır.
DİL DEVRİMİMİZ
Osmanlı medeniyeti ve dili hakkında incelemeler yapan Batılı bir münevver (Geoffrey Lewis); “Dünya dilleri içinde kelime hazinesinin zenginliği bakımından İngilizce’ye yaklaşmış tek dil, Osmanlı Türkçesi’dir!” tespitiyle başladığı makalesinde, Osmanlı Türkçesi’nin Arap şîvelerine ve Balkan dillerine derin tesirlerinden bahsediyor. Bu tesirlerin Osmanlı sonrasında ortaya çıkan çeşitli ülkelerde adetâ “kelime avcılığı” yoluyla yok edilmek istendiğini uzun uzadıya izah ettikten sonra, nihayet sözü Osmanlı İmparatorluğu’nun asıl mirasçısı olduğu düşünülen Cumhuriyet’e getiriyor ve burada oynanan “dil devrimi” komedisini acı acı tebessüm etmekten kendini alamayarak tasvir ederken, şu misali getiriyor:
“Pascal’ın Pensees, Lamartine’in Meditations, La Rochfaucault’nun Reflexions, Alain’in Idees adlı eserleri günümüz Türkçesine ‘Düşünceler’ diye tercüme edilmiştir. Oysa ki Osmanlı Türkçesi’nde, bu kavramları, arzettikleri gâmızaları (nüans) zedelemeden karşılayacak dört kelime bulmak işten değildi!”
Dikkat edilirse, burada mevzu dilden üç beş kelimeyi atmak değil, fikir hayatımız ve tefekkür dünyamızın renklerini soldurmak, buudlarını ortadan kaldırmak, müfekkiremizin teneffüs borularını kesmek ve onu nefes alamaz, düşünemez, konuşamaz hâle getirmektir. Bu meyanda, bizim dil devrimcileri (harf devriminden başlayarak!), Ortadoğulu ve Balkanlı hemcinslerinden daha gayur davranmışlardır.
Dil devriminin öncülerinden İsmet İnönü “harf devrimi” için hatıralarında şunu söyler: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlamak değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik.(…) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”
Dinin toplum hayatı üzerindeki etkisinin azalması, bir bakıma, ruhun yavaş yavaş bedenden çekilmesiyle, insanın yavaş yavaş ceset haline gelmesiyle eşdeğerdir. Bunun milletimiz üzerinde tesiri ise “idraklerin iğdiş edilmesi”yle netice buldu. Dil devrimcileri bunu da “günlük hayatın dili” ile “fikir hayatının dili”ni birbirinden kopartarak başardılar. Günlük hayatın dilini peyderpey, azar azar, bazen çok şiddetli, bazen az şiddetli bir surette fikirsizleştirdiler. Fikir hayatımızın dilini ise parça parça, bazen çok şiddetli, bazen az şiddetli bir surette yok ettiler. Bu noktada Goethe’yi hatırlamamızda fayda var. Şöyle diyordu: “Bir millete yapılabilecek en büyük kötülük onun diliyle oynamaktır!..”
Günümüzün millî (!) üniversitelerinde, fikir ve ilim talimi yerine, hâlâ “uydurukça savaşı” veriliyor. Felsefe talebesine “zihin” yerine (anlak), psikoloji talebesine “ruh” yerine (tin), antropoloji talebesine “kültür” ve “irfan” yerine (ekin) demeyi öğretme mücadelesi veriliyor. Talebe, bütün cehdini bu uydurukça kelimeleri uyduruk bir cümlede kullanmaya yöneltince, fikir ve ilim itibardan düşüyor. Bu talebeler mezun olup toplumun karşısına çıktıklarında ise, yamyamlar arasına düşmüş gibi şaşkınlığa uğruyor. Toplum bunların uyduruk dillerini de, bu dili konuşmaya uğraşan kişiliklerini de sevmiyor ve bunlara “aydın” diye değer vermez oluyor.
Burada yeri gelmişken “ay”dan “aydın” yerine, “nur”dan münevver’in bir alamet-i farikasını zikredelim. Üstad Necip Fazıl, gerçek münevverin mücerredleri anlama istidadına sahip kişi olduğunu vurgular. Dilin, dinin, idraklerin iğdiş edilmesi ve böylelikle de mücerred kavramları yanlış değerlendirmemiz yahut hepten kaybedişimiz, hep birbiriyle ilişkilidir. O mücerred kavramlarımız ki pırlantalar gibidir ve piramidâl bir mânâ yapısına sahiptir. Bir edebiyatçının “edebiyat” kelimesinden anladığının, bir manavın aynı kelimeden anladığından farklı olması tabiîdir; haddizatında toplum katmanında sosyo-kültürel olarak aşağıya inildikçe mânânın umumileşmesi, yukarı çıktıkça da hususileşmesi normaldir. Ama manavın dilinde “edebiyat” kelimesi kalırken, edebiyatçının dilinde “yazın” diye yeni ve uyduruk bir kelime peyda olursa, hem edebiyatçı “edebiyat zemini”ni kaybeder, hem de manav –yukarıdan bir cereyan gelmediğinden- edebiyatı bir süre sonra “çok konuşma, boş konuşma, süslü konuşma” mânâsında anlamaya başlar. Üstelik vakti zamanında bizzat müşahede ettik ki, değil manav, Türkiye’nin en önemli bankalarından birinin genel müdür yardımcısı bile aynı sığ kafa yapısında olur.
Bizim “dil devrimcileri” tarafından güya örnek alınan Fransız mütefekkiri Montaigne, Fransız dilini kendi gününde (16. yüzyılda) şöyle seyreder: “Dilimizde geniş imkânlar görüyorum; ama bugüne kadar pek az işlenmiş olduğundan, bu imkânlar verime dönüştürülememiş…”
Bizim dil devrimcileri meseleyi hiçbir zaman bu şekilde görmediler. Dilimizin nelere imkânı olduğunu ve nelere takat getiremediğini hiçbir zaman kurcalamadılar. Onlar için varsa yoksa dilimizdeki kelimeleri kökenine göre ayıklamak ve onların yerine yenilerini uydurmaktı. Dilimizde 1000 senedir işlerliği olan bir kelime, Arapça veya Farsça kökenli olduğu için atılıp yerine yeni bir şey uydurulduğunda, hem yeni kelimenin eskisinin canlılığına kavuşabilmesi için gelecek 1000 yılın, hem de eskisinin bütün canlılığı elinden alındığı için geçmiş 1000 yılın tehlikeye atılmış olacağını düşünemediler. Bütün bir 20’nci yüzyıl böyle bir kelime avcılığı ve uyduruculuğu ile geçti ve Türkçe bir fikir ve sanat marifetine henüz sıra gelmedi. (Bu noktada yine Goethe’yi hatırlamakta fayda var. Şöyle der: “Sürekli değişime uğrayan dillere ölümsüz bir eser emanet edilemez!”) Böyle hırpalanan bir dilde bırakın herhangi bir mücerred fikre imkân kalmasını, baba ile oğulun nasıl anlaşabildiği bile şaşırtıcı bir mesele hâline geldi. Lütfen günümüzün sosyal medya dilinden, internet diline; “Plaza Türkçesi(!)”nden, piçleşen yahut hiçleşen dilimize dikkat edelim. “Oha falan olan”, “bu tarz bizim”, bu dil bizim mi diye gerçekten düşünelim...
Merhum Aytunç Altındal şöyle diyordu: “Bizim 5 bin kelimelik sözlüğümüze karşılık, adamlar bizim karşımıza 500 bin kelimelik muazzam dilleriyle çıkıyorlar. Konuşacak sözümüz kalmıyor!..”
Üstad Necip Fazıl’nın verdiği bir misalle devam edelim:
“- Pazara git, pırasa ve maydonoz al!”
Eğer dil devrimcilerinin kelime avcılığı mantığı ile gidecek olursanız, bu cümlede “git” ve “al” kelimeleri haricinde Türkçe kelime bulamazsınız. Türkçe olması için “pırasa”, maydonoz”, “pazar” ve hatta “ve” kelimelerinin atılması, yerlerine Uygur - Çağatay dillerinden karşılık bulunması, olmadı masa başında yenilerinin uydurulması gerekir. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu cümle öz-be-öz Türkçe’dir ve Anadolu’nun her yerinde evlat tanımak gibi bir tabiîlikle bilinir. Bundan başka Türkçe yoktur. Bir Arap veya Farslı için bunu anlamak, hemen hemen imkânsızdır… Şimdi Montaigne hayranı aydınlarımıza soralım; Montaigne Fransızca’ya bunu mu yapmıştır?..
Lâkin bu noktada denilebilir ki bizim dil devrimcileri hiçbir zaman fikirlerini sonuna kadar götüremezler. Hiçbir zaman pazara, pırasa ve maydanoz tezgâhına kadar sokulamazlar, sadece mücerred mefhumlarla ve münevver diliyle oynar ve bunun adına da “devrim” derler… Halkın “akıl” dediğine aydının “us” demesini, halkın “mantık” dediğine “logic” demesini, “mekân” dediğine “uzam” demesini isterler. Hâsılı “altı kaval, üstü şeşhane, gerisi memişhane” durumu doğar...
DİL DEVRİMİNİN SONUCU
Hiçbir büyük dilde yabancı menşeli olduğu için yerleşmiş bir kelime atılıp, yerine yenisi uydurulmaz. Hiçbir Avrupalı’nın, “Araplardan öğrendik” gerekçesiyle “kahve”, “amiral”, “limon” gibi kelimeleri atıp, yerine yenilerini uydurdukları görülmemiştir. Hele hele kendi tarihî serüvenlerini reddederek Yunanca, Lâtince, İbranice kelimelere sırt dönmeleri, hayale bile sığmaz.
Rusya’da bütün geçmiş değerleri altüst eden Bolşevikler bile Rus diline dokunmayı akıllarının ucundan geçirmemişlerdir. Stalin, “Marksizm ve Dil” isimli eserinde, bu konuya değinir, devrim adına dile müdahale edilemeyeceğini söyler ve “Sovyet devriminin dili, Puşkin’in dilidir!” diyerek, tarihî gelişim içinde ortaya çıkan modern Rus dilini iftiharla müdafaa eder.
Buna mukabil zikrettiğimiz mantıkla kelime uydurmak, ancak mizahçıların yahut ruh hastalarının kârı olabilir. Bir İngiliz’in “ölmek”ten “ölüm” olursa, “yaşamak”tan da “yaşam” olur gibi bir çocuk mantığıyla, lisanında mevcut ekleri olur olmaz köklere bitiştirdiğine kimse rastlamaz. Yeni Türkçe kelimeler hep bu ruh hastalığı ile üretilmiş, olur olmaz köklere, olur olmaz ekler getirilmiştir.
Gün gibi açık nice hakikat vardır ki, mânâsına uygun bir dille tasvir edilmediği zaman bütün gerçekliğini kaybeder. Meselâ eski putperestler, gözleriyle gördükleri hâlde güneşi hakikatiyle tasvir edememişler, bir “ilâh” sanmışlardır. Resmini yapmaya kalktıklarında, bugün bizim bildiğimiz güneş resminden bambaşka suretler ortaya çıkmıştır.
Bir ilkokul talebesinin felsefî metinleri anlamasının beklenmemesi, onun zihninin, o metinleri kavrayacak bir “dil ve anlayış” olgunluğuna elverişli bulunmamasındandır. Aynı sebepten sığ bir idrak, gözüyle görüp eliyle tutamadığı “akıl”, “ruh”, “zaman” gibi büyük mücerredleri tabiî olarak düşünemeyecektir.
Yüce fikirler ve büyük gerçekler, ancak mânâlarına uygun bir dille yaklaşıldığı takdirde, zihinde tecelli ederler. Mesela, kaba maddî ihtiyaçlarını karşılamaya mahsus birkaç yüz kelimelik bir lisana sahip bir ibtidaînin, kendi anatomik gerçekliğini kavrayabilmesi bile mümkün değildir. Çünkü “dile gelemeyen, getirilemeyen şeyler var olmazlar!..” Bir ilkokul talebesinin felsefî metinleri anlamasının beklenmemesi, onun zihninin, o metinleri kavrayacak bir “dil ve anlayış” olgunluğuna elverişli bulunmamasındandır. Aynı sebepten sığ bir idrak, gözüyle görüp eliyle tutamadığı “akıl”, “ruh”, “zaman” gibi büyük mücerredleri tabiî olarak düşünemeyecektir.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle -mealen-: “Bildiren çevre olmadan, bilen şuur olamayacağı” hakikatiyle, meseleleri, onların gerektirdiği bir derinlikte kavramaya yarayacak bir dil olmadan, meseleler kavranamaz; zira “eşya ve hadiseler, mânâlarını kendilerine sorulan sorunun mahiyetine göre verirler.”
İşte böylece baltalanan ve kısırlaştırılan Türk dili, ne kendi içinde haysiyetli bir oluş gerçekleştirebildi, ne de büyük dünya dilleri karşısında bir varlık gösterebildi.
Fikir ve sanat dili, halk dilinin sonsuz imkânları içinde doğar ve kendisinden zuhur ettiği halk dilini ileriye götürür. Dante’nin İtalyanca’da, Cervantes’in İspanyolca’da, Montaigne’in Fransızca’da, Shakespeare’in İngilizce’de, Goethe’nin Almanca’da oynadığı dil kurucu rolü hep bu tarz olmuştur. Burada zikredilen isimlerden de görüyoruz ki, dil kurmak ancak büyük fikir ve sanat adamlarının kârı olabilir. Keza bir dil, temas ettiği meseleler, terennüm ettiği duygular ve temayüz ettiği fikirlerle doğar ve gelişir.
SÖMÜRGELEŞME SÜRECİ
Meselenin bu kadar derinliğine ve genişliğine veçheleri varken, bunları adetâ es geçerek, yabancı bir dil ile (ki günümüzde bu İngilizce’dir) ilim tahsil etmeye çalışmak tam bir felaket değil midir?.. Bu arslanların önüne boynunu uzatmaktan; elinde silahın, sırtında kaputun, ayağında botun olmadan, eksi kırk derecede düşman üzerine taarruza kalkışmak enayiliğinden farksızdır. Sonu hüsrandır, hezimettir.
Misal, biz; “hukuk, dava, adliye, mahkeme, hüküm, kaza” gibi kelimeleri dilden çıkarıp karşılarına ise sadece “yargı”yı koymaya çalışıp kendimizi bu kadar güdükleştirirken, yabancı bir lisandan ne gibi bir muradımız kalır?..
Merhum Aytunç Altındal şöyle diyordu: “Bizim 5 bin kelimelik sözlüğümüze karşılık, adamlar bizim karşımıza 500 bin kelimelik muazzam dilleriyle çıkıyorlar. Konuşacak sözümüz kalmıyor!..”
Diğer bir ifadeyle, konuştuğumuzda da onların dilini konuşuyoruz. Yani onların duygu ve düşüncelerini kuşanıyoruz. Peki, böyle bir millî eğitim modeli (üniversite - akademik tekamül) nasıl olur, sormuyoruz. Eğitimin amacı insana belli duygu ve düşünce alışkanlıkları kazandırmak olduğuna göre, “öteki”nin duygu ve düşünce alışkanlıklarını kazanarak nasıl bize ait bir şeyler sunabileceğiz, nasıl biz kalacağız?..
Günümüzde bu, olsa olsa global kültür istilasına, kapitalist değerlerin mânevî değerlerden boşalan yerlere nüfuz etmesinden başka bir şeye yaramayacaktır. Mevzuunun kültür emperyalizmine açılan koskoca bir kapı olduğu bellidir. Kültür, yani hars, yani tarla sürmek… Toprak bizim, amenna… Peki o toprağa atılan tohumlar kimin, yetişen ürünleri kim toplayacak, kim pazarda satacak, kim kazanacak?.. Sahi toprak bizim de, tarla bizim mi?.. Tarlanın bir köşesinde oturmuş, toprağın sahibi olduğunu iddia eden ama ondan hiçbir surette istifade edemeyen bir adam, o mülkün sadece sahte (görünürdeki) sahibidir.
Lütfen hatırlayalım, ne olmuştu 28 Şubat sürecinde?.. Dil devrimi bir bakıma şuraya varmıştı:
“Ey sefil Türk milleti, sen düşünemez, duyamaz, anlayamaz, bilemez yabanî bir sürüsün; ancak efendilerinin düşünüş, duyuş, anlayış, biliş kalıplarını beynine yerleştirdiğin takdirde yabanîlik esaretinden kurtulabilirsin. Senin çocuklarına efendilerinin dilini öğreterek seni bu yabanî hayattan kurtaracağız.”
Böylece tam da 28 Şubat sürecinde, okullarda din eğitiminin hemen hemen ortadan kaldırılmasına paralel olarak, “İngilizce eğitim” dedikleri çığıra gelindi. Türk gençleri, giderek yoğunlaşan bir biçimde, derslerini İngilizce okumaya başladı. Böylece eğitim sistemi, topluma yabancılaşmayı da beraberinde getirdi.
Bir felsefe talebesine, “bu benim anlattığım gerçek felsefe değil, ancak onun bir tezahürü; sen gerçek felsefeyi öğrenmek istersen, İngilizce öğrenmelisin!” diyerek ders vermeye başlayan bir felsefe profesörünün, bir misyoner ve casustan ne farkı kalır?.. Bu tutum, emperyalizmin müstemlekelerinde kullandığı, “efendinin dilini bilmezsen, adam olamazsın!” şeklindeki sömürgeleştirme eğitiminin aynı değil midir?
Eğer biz “materyalizm”in ne olduğunu anlamak için onu İngilizcesinden okumak zorunda kalıyorsak, kendi dilimizde onu öğrenebileceğimiz bir düşünce olgunluğu yoksa (kalmamışsa), bizim için zihnî sömürgeleşme başlamış demektir. Bu takdirde Türkçe, sadece pazarda pırasa ve maydanoz almaya yarayan, ama büyük fikirleri, derin sanatları, yeni ilimleri kavramak için hiçbir işe yaramayan bir dil hâline gelir, bir “mahallî dil”, bir “yerli dili” olur. Onunla sadece mahalle kadınları anlaşabilir. Ama yüksekte konuşmak için, mücerred fikirlerden söz edebilmek için, Türkçe bir anlaşma ve anlatma imkânı vermez.
Ezcümle “dil devrimi”nin tamamlanışı olarak, okullarda “İngilizce eğitimi” vermek yerine okullara “İngilizce eğitim” sokulmasıyla girilen süreç budur. Bu süreç sonucunda ortaya çıkan nesiller, artık İngilizce bilmeyen “yerliler”den nefret ediyor; çünkü ne halk onu anlıyor, ne de o halkı anlıyor. Bir gence dersleri İngilizce okutulup yükselmesi için İngilizce bilmesinin tek şart olduğu öğretilince, sadece İngilizce kelimeler değil, bununla beraber o, İngilizce’nin kültür dokusunu da alıyor ve bu “doku nakli” sonucunda, kendisini ancak İngiltere’ye, Amerika’ya gittiği zaman mutlu hissediyor.
Bunu söylemek, İngilizce öğrenmeye karşı olmak demek değildir; bu sömürgeleşmeye karşı olmak demektir. Zira bugün -misal gençlerimiz- İngilizce eğitimi görmüyor; aslında sömürgeleşme eğitimi görüyor. Zihinlerinden bütün kültürel değerlerimiz çekiliyor ve yerine sömürgecilerin zihnî uşağı olmaya mahsus kodlar yükleniyor.
Cemil Meriç, “kamus namustur” diyordu. İnşallah, dilimiz kurumadan, ruhumuz ölmeden, dilimizi tutarız ve namusumuzu koruruz. Zira her açıdan çok zor şartlar altındayız. Büyük Doğu Mimarı ile sözümüzü mühürleyelim: “Dil vatandır. Ortalık vatan hainleriyle dolu!..”
Hazret-i Allah’ın bizi hainlerden eylememesi duasıyla!..
Hazırlık Sınıfları İsraftır
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu / Bye Bye Türkçe
Yabancı dilde eğitim bir milleti sömürgeleştirmenin en etkin yoludur. Milletimiz için zararlarını ve bundan sıyrılmanın yollarını şöyle sıralayabiliriz:
• İngilizce ile bilim eğitimi sonucu, Batı hayranı kendi kültürüne yabancılaşan ve onu aşağılayan bir nesil yetişir. Böyle yetişenlerle bilim yapılamaz. Ayrıca İngilizce’nin evrensel olduğu fikri de yutturmacadır. Bir insan bilimi en iyi, en rahat, en hızlı bir şekilde kendi dilinde öğrenir.
• Bilimin uluslararası olan yanı yöntemleridir. Ama hangi konuda araştırma yapılacağı, ne üzerinde çalışılacağı yani bilimin amaçları ulusaldır. Ana dilinde bilim eğitimi yapmayan toplumlar kendine özgü bilim okulları (ekolleri) kuramazlar.
• İngilizce hazırlık sınıfları büyük bir zaman israfıdır. Ayrıca yabancı dilde bilim eğitimi yolu ile özellikle Amerikan-İngiliz kitap şirketlerine büyük miktarlarda para aktarımı olmaktadır. Bu büyük bir iktisadî savurganlıktır.
• Eğitimin amacı a) İnsanı kendine ve toplumuna değer katacak düzeye getirmek b) Bir milletin geçmişiyle geleceği arasında sağlam köprüler oluşturarak geçmişine dayanan ve geleceğe hazırlanan gençler yetiştirmektir. Her ülkenin eğitim dili çoğunluğunun ana dili olan resmi dilidir. Yabancı dilde eğitim Türkiye ve birkaç başka sömürge ülkelerinde görülmektedir. İngilizce ile bilim eğitimi kapitülasyonların en korkutucu olanıdır.
• Yabancı dil öğrenmenin yolu, yabancı dilde eğitim yapmak değildir. Yabancı dil yabancı dil derslerinde özel yöntemli görsel-işitsel dil kurslarında “doyurma” teknikleri ile birkaç ayda öğretilebilir.
• Sonuç olarak yabancı dil ile bilim eğitimi Batının Türkiye’nin geleceğini karartmak için pazarladığı dehşetli bir oyundu. Bu konu sağ-sol çekişmelerinin ötesinde ulusal bir sorundur. Türkiye’nin kurtuluşu, Türkçe’nin kurtuluşuna bağlıdır. Bu amaçla “Kültürel Kurtuluş Savaşı” vermek durumundayız. Bu savaşı kazanır, Türk Dünyası ile sağlam kültürel ilişkiler kurarsak 21. yüzyıl bir Türk yüzyılı olur.
Yabancı Dilde Eğitimden Vazgeçmeliyiz!
Alev Alatlı / Tempo Dergisi, 2008 - Konuşan: Selin Ongun
İnsanlarımızın kendilerini hem Türkçe’de, hem yabancı bir dilde ifade edebilir olmalarının önemi şöyle dursun, teknoloji üreten dilleri bilmemek demek, çağdaş gelişmelerin gerisine düşmek demektir ki, kabul edilemez.
-Yabancı dilde eğitimin suyunu mu çıkardık?
Suyunu çıkarmak ifadesi hafif kalır! Çocuklarımızı eğitmek için yabancı bir dilin ara buluculuğuna baştan talip olmamalıydık!”
-Başbakanın İngilizce bilmesi fena bir şey mi?
Kötü bir şey değil elbette. Fakat her tarafımızdan kompleks akıyor.
-Yabancı dilde eğitim bu kompleksten mi kaynaklanıyor sizce?
Tabii ki. Sınıf atlama niyetimiz…
Bilmem siz hiçbir Türk öğretmeninin Türk öğrencilere İngilizce konuşarak fizik ya da edebiyat öğretmeye çalışmasına şahit oldunuz mu? Ben oldum. Sizi temin ederim, kara mizahtır. Çocuklarına bu kadar düşkün, yemeyip yediren, giymeyip giydiren bizimki gibi bir toplumun, ne yapıp edip, eğitimde yabancı dil kullanmaktan vazgeçmesi yaşamsaldır.
İngilizce Bilmiyorsan Türkçe Okuyamıyorsun
Prof. Dr. Murat Tuncer
Almanya’da ‘İngilizce Tıp’ duydunuz mu? Ya Fransa’da? Yok. Bağımsız, uygar ülkelerde böyle bir gariplik olabilir mi? Olmaz. Böyle şeyler ancak sömürge ülkelerinde var. Değiştirmemiz lazım. “İllâ İngilizce eğitim” demek yanlıştır. “Good Morning” diyerek derse başlanıyor, çok tuhaf. Dilimiz Türkçe, aramızda yabancı yok, ama İngilizce anlaşmaya çalışıyoruz. Öğrenci, İngilizce’yi geçemediği için Türkçe eğitimine devam edemiyor. Bu yanlışlığı düzeltmeliyiz. Güzel Sanatlar Fakültesi’nden arkadaşlar bir duvar çalışması yapmışlar. ‘Türkçe oku, Türkçe geç’ yazıyor. Bizim ülkemiz de bir dünya ülkesi. Arkadaşlar, İngilizce öğrenilsin. Ya da başka bir yabancı dil. Ama mesela 4 yılda öğrensin bunu öğrencilerimiz. Zorlamayalım. Böyle bir sistem düşünüyoruz. Belki yarın, belki yarından da yakın gerçekleştireceğiz bunu. Bir de sınav konusu var. Yabancı ülkelerde öğrenci telefon açıp ‘Sınava gelemeyeceğim’ diyor. İstediği zaman girebiliyor. Bizde de benzer uygulama olmalı. (www.ahmetsaltik.net sitesinden alınmıştır.)
GENÇ'ın Yazısı.