Her bir ilim adamı yaptığı çalışmaları Türkçe anlatabilme derdinde olmalıdır. Zaten tam da bu derdin çabası içinde olunduğunda Türkçe’nin kısırlığını aşma çabası içine girilecek, bugün dil bakımından içinde bulunduğumuz hâl daha iyi anlaşılacaktır.

Eğitim ve Dil

“Eğitim dili nasıl olmalı?” sorusunu cevaplamadan önce “eğitim” ve “dil” nedir?” sorularını cevaplamak gerekir; çünkü parçayı anlamazsak bütünü hiç anlayamayız.

Türkçe bir fiil olan eğitmek, sanılanın aksine “eğmek” değil, “beslemek” anlamına gelmektedir. Bunun Arapçası terbiye ise Ragıp el-Isfahani’ye göre “bir şeyi en mükemmel derecesine ulaşıncaya kadar adım adım inşa etmek”tir. Beyzâvî’ye göre de “bir şeyi derece derece geliştirerek kemâline ulaştırmak”tır. Talim, tedris, te’dib, tehzîb, siyaset, tezkiye ve irşad da terbiye ile birlikte düşünülmesi gereken kelimelerdir. Yine Türkçe bir isim olan dil, insanın dünyayı anlama çabasının aletidir. Dil olmasa dünyayı anlamak çok daha zor olacaktı.

Şimdi tanımların kırpıcı ve daraltıcı dünyasından çıkıp tariflerin geniş dünyasına girelim. Tanımlardan tariflere yelken açalım. Ragıp el-Isfahani’nin tanımında eğitimle ilgili ifade ettiği “adım adım inşa etmek” fiili, paralel olarak düşünüldüğünde dilin insan hayatındaki serüvenine de neredeyse tamamen benziyor. Dil de insanın doğuştan getirdiği bir sistemdir. Bu sistem doğumdan sonra insanın çevresine göre adım adım inşa edilir. Hangi çevrede bulunuyorsanız o çevrenin diline, üslubuna, telaffuzuna hülasa bütün ifade şekillerine göre sizin diliniz de şekillenir. Bu durum aslında bir radyoya da benzetilebilir. Radyonun frekansını neye ayarlarsanız oradan size bilgi verir. Dil konusunda da çevreniz hangi frekanstaysa siz de o frekansta konuşmaya başlarsınız.

Eğitim ve dil ilişkisinde frekans bahsi bence kilit bir bahistir. Problemin düğümünün çözüldüğü nokta burasıdır. Doğumunuzla beraberinizde getirdiğiniz dil sistemi sonradan çevrenizde adım adım inşa edildikçe zihninizde size bir anlam dünyası örer. Şekillerden ibaret olan harfler, harflerden oluşan kelimeler, nihayetinde kelimelerden oluşan cümleler her biri bir anlama tekâbül eder. Bu anlamlar, içinde yaşadığınız toplumun üzerinde ittifak ettiği, onu öyle kabul ettiği anlamlardır. Bu anlamlar sayesinde önce anne-babanızla, sonra akrabalarınızla, sonra bütün toplumunuzla ilişki kurarsınız. Üzerinde ittifak ettiğiniz anlamlardaki küçük farklılıklardan büyük farklılıklara giden skala aslında ailenizden başlayarak bütün insanlığa doğru uzanan farklılıkları tanıma hikâyenizin bölümlerini oluşturur.

Dilinizi Çevreniz Oluşturur

İnsan en iyi ailesiyle anlaşır. Annenizin babanızın hastalanması ya da vefatı binlerce sayfalık dram türünde bir romanın yaşatamayacağı acıyı yaşatır. Ailenizin güldüklerine güler, ağladıklarına ağlarsınız. İstisnalar olsa da insanlar ailelerinin fikirlerinin, hayat tarzlarının, konuşma şekillerinin kopyasıdırlar. Aileden sonra akrabalarınız, sonra içinde yaşadığınız millet, sonra bütün insanlık gelir. Bir kişinin dili size ne kadar yakınsa o kişiyi kendinize o kadar yakın hissedersiniz. Akrabalarınızla ortak hikâyelerin dilini paylaşırsınız; ölümlerin, doğumların… İçinde yaşadığınız milletle ortak bir diliniz vardır. Aynı topraklar üzerinde aynı dili konuşursunuz.

İşte bu ortak noktalar yalnızca milletlerin hayatlarında değil, aynı zamanda ortaya koydukları ilimlerde, ürettikleri ürünlerde, maarif (eğitim) felsefelerinde de ön plana çıkar. Doğrusu, hayatla dil, dille de ilim yahut maarif (eğitim) birbirinden ayrılamazlar.

Annenizden doğunca elde ettiğiniz o ilk dil sizin hayatınızı şekillendirir. Normal koşullarda bir insan 3 yaşına kadar dil sistemini tamamen edinmiş hâle gelmektedir. Bu demek olur ki 3 yaşındaki bir çocuk bir yetişkinin kurabileceği bütün cümleleri kurma, bütün kelimeleri kullanma potansiyeline sahip hâle gelir. Yani ne olup bitiyorsa 3 yaşına kadar olup bitmektedir.

3 yaşına kadar edindiğiniz bu dil sizin hayatı anlamlandırmanızda, karmaşık problemleri zihninizde yapılandırıp çözümleyebilmenizde kilit rol oynar. Hayatı bu dille anlamlandırırsınız. Öğrendikleriniz bu dile ne kadar yakınsa o kadar kolay öğrenirsiniz. Bu dilde size ne anlatılırsa hemen kavrarsınız.

Hiçbirimizin fildişi kulelerde yaşamaya hakkı yoktur. Öğrendiğimizi anlatmak, millete karşı vazifemizdir. Her şey anlatılabilir ve insan her şeyi anlayabilir.

Sokak, Cami ve Eğitim Üçgeninde Dil

Eğitim üzerine çalışan bilim adamları eğitimin hayatla iç içe olması gerektiğini savunmaktadırlar. O hâlde eğitim, hayatı anlamlandırdığınız dille de iç içe olmalıdır. Sağlıklı bir toplumda sokak, ibadethane ve eğitim müesseselerinde konuşulan dil aynı olur.

Ülkemizse travmalar ülkesi. Birkaç yüzyıldır yaşayageldiğimiz siyasi ve toplumsal travmalar her şeyimizi olduğu gibi dilimizi de altüst etti. Bugün sokaktaki vatandaş ibadethanelerimizde konuşulan dili anlayamamakta, üniversiteler ise bambaşka bir dil oluşturma çabası içerisindedir. Hatta tespit odur ki bugün maalesef Türkçe olarak yayınlanan kitapların arasında dili en bozuk yayınlar dini yayınlardır. Üniversiteler ise ya öztürkçe saplantısıyla (ya da daha doğru bir adlandırmayla “cehaletiyle”) anlaşılmaz eserler ortaya koymakta ya da Türkçeyi bir kenara koyup tamamen yabancı bir dilde eğitim vermekle bütün meseleyi çözdüğünü sanmaktadır.

Örnekler üzerinden gidecek olursak vaizlerimiz kürsüde “ukba”, “akaid”, “bidat”, “fasık” gibi kelimeleri sık sık kullanırken ortalama bir dindar kişi bu kelimeleri bilmemektedir. Zaten problem kişinin bilmemesi değil, vaizlerimizin açıklama gereği bile duymamalarıdır. Kimilerine göre bu kelimeleri kullanmak daha dindar ve bilgili görünmenin bir yolu olarak görülmektedir. Acı olansa, şuursuzca kelime sıralamanın seni daha bilgili yaptığını sanmaktır. Oysa insan üç kelime konuşsun; ama şuurla konuşsun, bu çok daha büyük bir meziyettir.

Üniversitelerimiz ya da daha alt eğitim kurumlarımızdaysa durum daha vahimdir. Bugün Türkiye üniversiteleri, içinde yaşadığı milletin dilini zerre kadar anlamamış; hatta anlamadığı gibi anlamaya çalışmanın bile kendisini alçaltacağını düşünen; ancak tam da böyle olduğu için sefilliğin dibine batmış akademisyen müsveddeleriyle doludur. Öyle ki adının önünde Prof. Dr. yazan bir akademisyen, bir doktora tezinde geçen Farsça “diğergam” kelimesinin Kuran’da geçtiğini iddia edip o kelimenin o tezden çıkartılmasını hiç tereddüt etmeden isteyebilmektedir. Bu kafaya göre kendilerine biraz eski gelen her kelime kötüdür ve kaldırılmalıdır. Doğrusu böyle bir örneği vermeye bile tenezzül etmemek gerekir; ancak ne hâlde olduğumuzu anlamak ve seviye tespitimizi yapabilmek için bu örneklere de muhtacız.

Eğitim kurumlarımızın milletin diline olan yabancılığı madalyonun öbür tarafında başka türlü tezahür etmektedir. Aslında üzerinde durulsa ve çalışılsa çok zengin ifade şekillerine sahip olan; fakat kendilerinin kısır hâle getirdikleri Türkçe’nin bilim üretilemez bir dil olduğunu iddia edip tamamen yabancı dilde eğitimle meseleyi çözdüklerini düşünmektedirler. Şurası bir hakikat ki bugünkü ilmî gelişmeleri takip edebilmek için kişinin mutlaka yabancı bir dil öğrenmeye ve o dili çok iyi derecede kullanabilmeye ihtiyacı vardır. Hatta öyle ki bugün dünyanın ortak anlaşma dili olan İngilizce bilmek çok sıradan bir hâle gelmiş, ikinci bir yabancı dile daha ihtiyaç hasıl olmuştur; fakat bir dili bilmek başkadır, o dili kendi ana dilinin üstüne yama etmek başka.

Burada yama etmek tabirini kullanıyorum; çünkü insan kendi ana dilini bilmiyorsa ikinci bir dili de tam olarak bilemez. Ülkemizde İngilizce öğretilememesinin ana sebebi budur. En güzel olansa hem ana dili eğitimini etraflı bir şekilde verip hem de ikinci veya üçüncü bir dili öğretebilmektir. Bir Türk çocuğunun tamamen yabancı bir dilde eğitim alması, eğitim hayatında öğrendiklerinin hayattan kopuk olmasına, hayatla ilmî çalışmalar arasında bağ kuramamasına sonuç olarak da yaptığı çalışmaların milleti ve toplumu için bir şey ifade etmez hâle gelmesine sebep olmaktadır.

Burada eğitimcilere ve yazarlara düşen görevse şudur: Her bir ilim adamı yaptığı çalışmaları Türkçe anlatabilme derdinde olmalıdır. Zaten tam da bu derdin çabası içinde olunduğunda Türkçe’nin kısırlığını aşma çabası içine girilecek, bugün dil bakımından içinde bulunduğumuz hâl daha iyi anlaşılacaktır. Hiçbirimizin fildişi kulelerde yaşamaya hakkı yoktur. Öğrendiğimizi anlatmak, millete karşı vazifemizdir. Her şey anlatılabilir ve insan her şeyi anlayabilir.


Selim Tiryakiol'ın Yazısı.