Ülkemizde İngilizce öğretim, farklı boyutlardaki tartışmaların merkezinde yer alarak kimi zaman “zorunluluk” kimi zaman da “zaman kaybı” şeklinde yorumlanıyor. Özellikle üniversitelerdeki yüzde 100 ingilizce eğitim gençlerin belini büküyor. bu tartışmalı konuyu işin ehli olarak kabul ettiğimiz Prof. Dr. M. Fatih Andı ile görüştük.

Ülkemizde İngilizce öğrenim farklı boyutlara taşınıp, üniversitelerde İngilizce öğretim veren bölümler açıldı. Sizce bu durum ana dilimize karşı bir tutum olarak değerlendirilebilir mi?

Yabancı dil, özellikle de İngilizce bizim toplumumuzun çok önemli bir iletişim, bilim ve kültür sorunudur dersek, herhalde yanlış olmaz. Bu sorun, çok dallı budaklı ve büyük bir sorun. Ve bu hususta farklı farklı bakış açılarıyla yorumlar yapmak, olumlu yahut olumsuz şeyler söylemek mümkün.

Önce şunu kabul edelim, İngilizce gelişmiş bir dil. Bilimsel yaygınlık açısından da dünyada en çok kullanılan bir dil. XX. yüzyılın ortalarından itibaren bilim de büyük oranda İngilizce üzerinden yayılıyor.

Burada sorabiliriz: Bu İngilizce’nin gücü müdür, yoksa İngilizce konuşan iki büyük siyasal gücün, Batı emperyalizminin iki büyük temsilcisi olan iki siyasal oluşumun yani ABD ve İngiltere’nin etkisi midir? Elbette bu ikincisi. Bu bence meselenin en esaslı ve kökten idrâk noktası. Ve en kapsamlı, üzerinde en çok konuşulacak noktası bu. Yani İngilizce niçin dünyada bu kadar yaygınlaştı? Diğer dünya dillerinin önüne geçti? İnsanlığın en kuşatıcı, en gelişmiş, en zengin, en kapsamlı, en eski, en birikimli bir dili mi idi de, bugünkü tablo oluştu? Yoksa XIX. yüzyıldan bugüne adım adım dünyayı zehirleyen Batı emperyalizminin araçlarından ve imkânlarından birisi miydi? Elbette bu ikincisi. İngilizce’nin insanlık tarihine sağladığı bütün olumlu kazanımlar ve katkılar, bu olumsuz ve ayıplı geçmişi görmemizi unutturamaz. Bugün biz Müslüman toplumlar, bütünüyle Doğu ülkeleri Batı modernizmiyle kuşatılmışsak, modernizmin siyasal veçhesini ve tezahürünü teşkil eden emperyalizme gönüllü, gönülsüz kaptırmışsak paçayı, bunda İngilizce’nin taşıdığı kültür yükü, bu dilin kavramlar dünyası, bize verdiği bakış açısı ve düşünme tarzının rolü çok büyüktür.

Bu meselenin bir yanı. Ve üzerinde çokça konuşulmayı hak edecek, meseleyi temelden kavramamızı sağlayacak yanı…

Ancak bir de bugünün reel durumu var. Yani İngilizce’nin geçmişi böyle lekeli diye, biz bu dile, bunun bugünkü hayatımıza yaptığı etkiye ve bu dil üzerinden “farkına varacağımız”, öğreneceğimiz (özümseyeceğimiz demiyorum) kültürel, bilimsel, sanatsal dünyaya kendimizi kapatacak mıyız? “Onların dilini öğreniniz ki şerlerinden emin olasınız.” diyen Nebevî hikmet tam da burada ve bu bağlamda devreye giriyor. (Böyle bir hadîs vardı, yanlış hatırlamıyorsam.)

Dedik ki, bugünün dünyasında İngilizce büyük bir dünyanın kapılarını açıyor bize. Bu yüzden bilimsel açıdan da, kültür ve sanat açılarından da baksak, kim neler söylemiş farkına varmak istiyorsak İngilizce’yi bilmek zorundayız. Kendi söylediklerimizi başka bilim çevrelerine ulaştırmak istiyorsak yine İngilizce’ye ihtiyacımız var. İster bir eğitimci veya özellikle akademisyen olsun, isterse ortalama bir Türk aydını olsun, bugünün dünyasında İngilizce’den haberdar olmak zorundadır. Amma… Pratikte mesele burada çatallaşıyor. Şöyle ki: İngilizce’yi bu şekilde öğrenmek, İngilizce yazılan eserlerden, makalelerden, kitaplardan haberdar olmanın boynumuzun borcu olması ayrı bir şeydir, bizim bu milletin evlatları olarak, Türkçe konuşan aydınlar olarak, Türkçe düşünen gençler, Türkçe çalışan akademisyenler olarak İngilizce yazmamız, İngilizce düşünmemiz, İngilizce konuşmamız ayrı bir şeydir. Sıkıntı işte burada başlıyor.

Her insan kendi ana dilinin ufkuyla ufkunu oluşturur. Kendi ana diliyle düşünür, kendi ana diliyle kavram üretir. Sonradan öğrenilmiş bir dil, biz farkında olalım veya olmayalım psikolinguistik açıdan ana dilimize oranla bizi sınırlar ve daraltır. Sonradan öğrenilmiş olmanın kafamızda oluşturduğu mukayese, bu mukayesenin ortaya çıkardığı çatışma veya uzlaşıp uzlaşmama ihtimalleri vardır hep arka planda. Arkadaş ben Türk’üm, bu toplumda doğdum, Türkçe konuştum bir yaşa kadar, Türkçe üzerine şahsiyetimi inşa ettim, sonra bir tarihten sonra İngilizce’ye döndüm… İşte bu kaçınılmaz bir daralma veya sınırlama getirir.

Nasıl yansır peki toplumsal yapı oluşturduğu dile?

Kavramlarıyla yansır, değerleri ifade eden kelimeleriyle yansır, dile yüklediği kalıplarla, insani sıcaklıkla yansır. Bunun için “ana dil” çok önemlidir.

Bir toplumun entelektüelleri kendilerini başka bir dil üzerinden ifade ettiklerinde entelektüalite sınırları, düşünce ufukları daralacaktır. Böylesi bir durum, günlük hayatımızda daha da büyük sıkıntılara yol açar. Şimdi siz geldiniz buraya, konuşuyoruz. Ben sizi sıcakkanlı bir “Merhaba” ile karşılayıp, kendi lisan frekansımız üzerinden karşıladığımda mı daha verimli, rahat ve samimî bir görüşme yapmış oluruz, yoksa bir İngiliz soğukluğuyla “Good morning” deyip İngilizce kavramlara ve kelime kullanımlarına boğulmuş bir bulamaç dille mi konuşsam daha samîmî oluruz? Hemen kasılır, geri durursunuz değil mi? Bakınız burada dilin taşıdığı bir işlev vardır. Nedir bu işlev? Aidiyet frekansı, samimiyet frekansı, biz olabilme frekansı… İnsanı insana rapteden bir sıcaklık, bir zamk, bir tutkaldır ana dil çünkü. Yabancı bir dil bu işlevi kaldırıyor aramızdan. Sonradan edinilmiş yabancı bir dille bu samimiyeti kuramazsınız.

Bunu da bir kenara koyalım, bir adım daha ilerleyelim. Diyoruz ki, dil taşıyıcıdır. Neyi taşır? Benim heyecanımı, benim varlığımı, benim varlık karşısındaki hevesimi, varlık karşısındaki sevincimi; hüznümü, hayalimi vs. taşır değil mi? Gelecek nesillere ve aktüel zamanda toplumun benim gibi diğer bireylerine taşır. Başka? Benim düşüncelerimi taşır. Düşüncemi hem üretim hem de taşıma işlevinde ana dilim görevdedir. Bu tüm dünya dilleri için geçerli olup değişmez bir kaidedir. Dolayısıyla ikinci bir dili ana dilin yerine ikame etmeye çalışmak, ne dersek diyelim yabancılaşmanın da adıdır. Onun için ikinci bir dille düşünmeye, yabancı bir dille üretmeye karşı hep bilinçli olmak zorundayız. Adı üzerinde: Yabancı dil…

Yabancı dille eğitim peki ne olur? Bu bize özellikle kültürel anlamda sizce nasıl tesir ediyor?

Fecaat olur… Bu söylediklerimiz etrafında, yabancı dille edinilmiş bir eğitim, toplumu müstemlekeleştirir, sömürgeleştirir. Edinilen yabancı dilin dünyasına sokar ama hep kapı kenarında bekletir. Ne diyordu Wittgenstein? “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” Ben kendi ana dilimle “kendi dünyam”ın insanıyım. Ana dilimin yerine yabancı bir dili “ikame edersem”, o “yabancı dünya”nın bir üyesiyim.

Bakın bugün çocuklarımıza hem yabancı dili hem de kendi ana dilini daha anaokulundan, ilkokuldan itibaren öğretmeye çalışıyorlar artık. En azından büyük şehirlerin kimi çevrelerinde bu böyle. Feci halde bölünmüş bir zihinsel yapı, oturmamış kavramlar dünyası, bocalama süreci ortamı anaokulundan başlıyor yani. Sonra da ana dil ile yabancı dilin kavramlar ve ifade imkanları, zihinsel ve duygusal yükleri arasında bocalayan bir kitle oluşuyor. Bir melez yapı, kozmopolit bir sistem.

Kendimi, kavramlarımı, terimlerimi İngilizce ifade edersem Türkçe nasıl gelişecek? Kavramlar ve terimler olmadan teori kuramayız yani düşünemeyiz. Düşünemeyince bilim üretemeyiz, sanat yapamayız, kültürü geliştiremeyiz. Uzun lafın kısası kendimiz olamayız. Bu da feci bir teslimiyettir. Bu yüzden de varsın aksasın, varsın tökezlesin, Türkçe üzerinden çalışmalı ve bilim üretmeliyiz ki bir veya iki nesil sonra Türkçe’ye hâkim olmuş bir toplum olsun. Eğer olmazsa sömürge ülkeler gibi efendilerinin dediğini yapan, onların istediği gibi düşünen, aşağılık kompleksinden kurtulamamış bir toplum haline dönüşürüz.

Amma bütün bu dediklerime bakarak, “Kahrolsun İngilizce! Kahrolsun yabancı dil!” mantığıyla kesinlikle kendimizi daraltmak zorunda değiliz. Bir dil öğrenmek, yeni bir lisan kazanmak çok önemli bir şeydir, bir kazançtır, bir erdemdir. Yabancı dile karşı olmak, bunu yok saymak bize zarar verir. Ama yabancı dille eğitime hayır, yabancı dil eğitimine evet, demeliyiz.. Keşke liselerde, üniversitelerde daha fazla yabancı dil öğretimi verilse, daha nitelikli olsa öğrenimler. Düşmanın da olsa onun dilini öğrenmek gereklidir, bu seni ona karşı; ondan gelebilecek tehlikelere karşı emin kılar… İkinci bir dil üzerinden öğreneceği çok şeyi olur insanın. Yeter ki, aslî yapıyı, şahsiyetini bozmadan, onu zenginleşmenin aracı kılsın. “Hikmet”in nerede olduğudur bizim seçme ölçütümüz, hangi dille ifade edildiği değildir. İsterse Çin’de olsun, değil mi?


Salih Yüzgenç'ın Yazısı.