Türkçe Kahkaha
M. Salih Eroğlu
“Kendi öz yurdunda garipsin, kendi öz yurdunda parya” mısrası geliyor hatırıma. Biz bu paryalığa nasıl düştük, hangi fikirsizliğin sonucudur bu yaşadıklarımız?
“Kamus, namustur” diyor Cemil Meriç. Dersin hocası İngilizce konuşmaya devam ettikçe bu sözü sürekli mırıldanıyorum kendi kendime.
“Kamus, namustur…”
Üniversitede kendi bölümüme ait bir mühendislik dersindeyim. Dersimiz İngilizce dersi de değil üstelik.
Ama hoca İngilizce anlatmaya devam ediyor. Bense hüzünlü bir tiyatronun hem oyuncusu hem de seyircisi olmanın verdiği garip duyguyu yaşıyorum. Aklım bir türlü almıyor bu hali.
Türkiye topraklarında yaşayan birisiyim ben. Bu sınıf, Türkiye sınırları içinde bir sınıf. Hoca Türkçe biliyor, ben biliyorum, diğer talebeler biliyor. Peki, bu neyin nesidir?
Türkçe anlatmış olsa tüm talebelerin kolaylıkla anlayabileceği bir konu belki de çetrefilli bir hal alıyor. Hem hoca yoruluyor, hem de sınıf. Normal bir öğretim ve öğrenim süreci için topluca iki kat ya da daha fazla bir enerji harcıyoruz.
Mesnevi’de geçen bir hikâye geliyor aklıma. Adamın birisi dört kişiye bir dirhem verir. Dört kişiden biri hemen “engur” alalım der. Arap itiraz eder. Ben “ineb” isterim, der. Türk ise, ben “üzüm” isterim, diye mukabelede bulunur. Rum ise benim canım “istafil” istiyor, diyerek kendi görüşünü belirtir. Aslında hepsinin istediği de “üzüm”dür. Aynı dili konuşamadıkları için anlaşamayıp kavgaya tutuşurlar.
Bizim durumuz da buna yakındı. Hoca belki “üzüm”ü anlatıyordu ama biz bambaşka şeyler hayal ediyorduk.
Bu durum için hocaya kızmıyorum elbette. Ona çizilen sınırlar içinde böyle davranıyor. Ama ona bu sınırları çizenler kim peki?
“Kendi öz yurdunda garipsin, kendi öz yurdunda parya” mısrası geliyor hatırıma. Biz bu paryalığa nasıl düştük, hangi fikirsizliğin sonucudur bu yaşadıklarımız? Buna benzer bir sürü sorunun sonucunda bir kahkaha çınlıyor zihnimin dolambaçlarında. Kahkahanın lisanı olmaz diyeceksiniz ama benim kahkaham öz be öz Türkçe şeklinde tezahür ediyor. Ana dilim yani.
Evet, herkesin Türkçe bildiği bir ortamda iletişim dilinin Türkçe oluşu ne kadar doğal ve olması gereken bir durumsa, duygularımızın da ana dilimizde tezahür etmesi bir o kadar normaldir aslında. Çünkü benliğimizi, duygu ve düşünce coğrafyamızı ana dilimizle inşa ediyoruz.
Bu coğrafyada başka lisanların da nasibi olmamalı mı peki? Elbette olmalı. Ama bu eğitim-öğretim kurumlarının sınırları dışında olmalı. Bizler, uluslararası arenada geçerli olan lisanları çok iyi okumak, anlamak, yazmak ve konuşabilmek sorumluluğunu taşıyoruz.
Zira hedefimiz Yunus Emre’nin dediği gibi “gönüller yapmaktır.” Gönüllere erişebilmek için de ortak bir lisan üzerinden iletişim kurabilmek önemli bir konu. Bu yüzden zahir ve batın gerekli donanım ve bilgiye sahip olmak ve bu bilgiyi paylaşabilmek gerekiyor. Vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit’in Efendimiz aleyhisselam’ın isteği ve teşviki üzerine İbranice ve Süryanice’yi öğrendiği rivayet edilmesi bu meseleyi pekiştiren bir husus olarak da bizi teyit ediyor.
Bir defasında tüm dinleri araştıran bir Avusturyalı ile tanışmıştım. Müslüman olmanın eşiğine kadar gelmiş ama henüz İslam ile şereflenmemişti. Onunla konuşurken hep bazı kavramlarda/kelimelerde tıkanıp kaldım. Tıkanıp kaldığım husus ise İslami kavramlara ait kelimelerdi. Günlük konuşma dili olan İngilizceyi bir ecnebi ile konuşabilmek, ama konu İslam ile ilgili bir mevzu olunca tıkanıp kalmak… Bu beni o kadar üzmüş ve yaralamıştı ki. Bu olay bana ders olmuş ve İngilizcedeki İslami kavramları öğrenme gayretimi artırmıştı.
Netice itibariyle, uluslararası mecralarda geçerliliği olan lisanları öğrenme konusunda azimli olmamız gerekiyor. Bu azim, aynı zamanda bir teyakkuz hali de oluşturmalı bizde. Yabancı lisanların kimliğimizi ve eğitim dünyamızı işgal etmemesi gerektiğine dair bir teyakkuz. Bu şuura sahip olmak hepimizin boynunun borcu: “Kamus, namustur” çünkü.
GENÇ'ın Yazısı.