Kemal Sayar kuşkusuz ülkemizin en önemli psikiyatrlarından. Aynı zamanda iyi bir şair ve yazar. İnsana sekinet veren bir ses tonu ve üslubu var. Kendisi ile bağdat caddesindeki ofisinde ruh sağlığımızı, ölümü, hızı, sekülerleşmeyi ve daha pek çok şeyi konuşma imkanı bulduk.

Toplumumuzun ruh sağlığını genel olarak nasıl görüyorsunuz? Antidepresanların artık daha çok kullanılıyor olması toplumsal ruh sağlığımızın kötüye gittiğini mi gösterir?

Antidepresanlar biraz her derde deva ilaçlar olarak kullanılmaya başlandı ve maalesef çoğu zaman doktor kontrolü dışında kullanılabiliyor. İnsanlar sıradan mutsuzluklarını antidepresanlarla iyileştirmeye çalışmamalı.

İNSAN İLİŞKİLERİMİZİ SICAK TUTALIM

Hayat bize öğreten bir şeydir, hayatın bize öğretmesine izin vermemiz gerekir. Her başımız sıkıştığında antidepresanlara yönelirsek, hayatın bize bir şey öğretmesine, bir yaşantının bizde kökleşmesine ve derinleşmesine izin vermemiş oluruz. Toplumda yalnızlaşma ve yabancılaşma arttıkça, insan ilişkileri soğudukça, insanların ruhsal yardım ihtiyaçları da artıyor. Tüm bunların bu boyutlara varmaması için, insan ilişkilerinin her zaman sıcak tutulması, mahallenin diri tutulması gerekiyor. İnsanların birbirlerine izole oldukları fiziksel mekanlarda yaşamamaları icap ediyor.

Ölümü gündemimize almaktan korkmamız bununla mı alakalı? Modern insanlar olarak hepimiz aslında ölümü düşünmek istemiyoruz, bunu gündemimize almaktan kaçıyoruz ve ölümü sanki unutmak istiyoruz. Bu durum, hız ve haz eksenli yaşamamızla mı bağlantılı?

Tabi, ölüm modern medeniyette müstekreh bir şey olarak algılanıyor. O yüzden batı toplumlarında mezarlıklar hep şehrin dışına inşa ediliyor. Ölümün bize hatırlattığı çok temel bir gerçek var: İnsan hayatı sonludur. Bu gerçeklikle baş etmemek için insan türlü uyuşturucular ilan ediyor ya da buluyor kendisine. Bu uyuşturucular arasında, hızlanma da var.

Hızlandığımız zaman daha kolay unutuyoruz. Yavaşlık bize hatırlatır, hızlanmak unutturur. Çünkü ölümle yüzleşmek modern insanın narsistik hevesleri için kabul edilemez bir durum. Yani kendini ilah edinen, kendi nefsini putlaştıran temayülleri için ona zor gelen bir durum.

ÖLÜMÜN OLMADIĞI BİR DÜNYADA İNSAN SEVEMEZ

Modern insan yeryüzünde cenneti bulmak istiyor ve bir şekilde kendini tavaf eden bir hacı konumuna gelerek kendi bireyliğini kutsuyor. Modern dünyada bakıyoruz ki insanlar kendi anlamlarını büyük ve üst anlatılardan değil, din gibi büyük anlam kaynaklarından değil, sadece kendilerinden ve kendi yakın çevreleriyle kurdukları ilişkilerden devşiriyorlar. Bu da insan hayatında bir keyfiliğe ve fakirleşmeye yol açıyor. Bu şu demek: “Eğer benim için bir şey iyi ise, bu iyidir”. Dolayısıyla, benim için iyi olanın başkası için kötü olabileceği bir dünyada, çok göreceli bir ahlak anlayışı uyandırıyor bu düşünce.

O hâlde siz bir pisikiyatr olarak, ölümü hatırlamanın ruh sağlığımıza iyi geleceğini söylüyorsunuz.

Tabi, elbette.

Türkiye’nin her geçen gün daha fazla sekülerleştiğine dair bir görüş var. Bunun tam aksini iddia edenler de mevcut. Siz, eğilimin sekülerleşme yönünde olduğunu mu düşünüyorsunuz yoksa dindarlaşma yönünde olduğunu mu? Ya da her ikisi de birlikte yürüyor olabilir mi?

Dünya’da genellikle maddiyatçılığa doğru yöneliş olduğu dile getiriliyor. Bu konuda yapılmış deneysel çalışmalar var. Materyalizm endeksleri yükseliyor. İnsanların manevi olandansa maddi olanın sağladığı hazza yönelmeleri, batı toplumlarında yaygın bir fenomen. Bizim toplumuzda da kapitalist düzenin yangınlaşması ve insanların giderek büyük anlatılardan, büyük kaynaklardan uzaklaşmasıyla birlikte gelen tüketimcilik yeni bir mutluluk türü vaat etmeye başladı.

FEDAKARLIK KÜLTÜRÜNÜN BUHARLAŞMASI

Tüketimciliğin her şeyin önüne geçtiği, insanların hayatta en temel motivasyonun en yeni cep telefonu modeline sahip olmak olduğu bir toplumda, sekülerleşme ve materyalistleşme kaçınılmaz bir şeydir. Tabi elimizde çok güvenilir istatistik veriler var mı bilmiyorum ama batı toplumları kadar olmasa da, insanların önceki on yıllara oranla maddi olana daha fazla yöneldiklerini söyleyebilirim.

Bunu alışveriş merkezlerinin dolu olmasından çıkarabiliriz. İnsanların lüks tüketime olan merakından çıkarabiliriz. Artık fedakârlık kültürününün giderek buharlaşmasından çıkarabiliriz. Yine de bizim toplumumuzu koruyan, batı toplumlarıyla türdeş ve benzeş olmasını engelleyen manevi dinamikler olduğunu düşünüyorum. Biz birbirimize yemek ısmarlamayı, bir çay ve kahve ısmarlamayı seven, cömertliğini göstermek isteyen bir toplumuz. Dolayısıyla bizim materyalistleşme hızımız elbette batı toplumundaki o bireyci materyalist hıza eş değil.

Diğer taraftan da mesela ülkemizin içindeki veya dışındaki acılara, yoksulluklara duyarsız kalmıyoruz.

Çok hayırlı bir damar var. Bir merhamet toplumu olduğunu düşünüyorum Türkiye toplumunun. Onlarca hayır kuruluşu var ve bunlar Afrika’nın derinliklerinden, Orta Asya’ya kadar, Uzak Doğu’ya kadar, dünyanın bütün acılı ve sancılı coğrafyalarına uzanıyor.

Bu kuruluşları besleyen de halkımız tabi.

Tabi hayırları onlar ulaştırıyor. Hayırseverlik geleneği var bizim toplumumuzda. Kendinde olanı paylaşma geleneği var. Bizi biz kılan ve bizi koruyan değerler de bence bunlar.

İNSAN HEYECAN VERİCİ BİR VARLIK

Siz bir psikiyatrsınız ve pek çok kişiyle terapi seansları yapıyorsunuz. Bu terapi seanslarınızda yüzlerce farklı acı ve hüzün dolu hikaye dinliyorsunuz. Belki mutluluklar da dinliyorsunuz ama çoğunlukla hüzün dolu hikayelere şahit oluyorsunuz. Bu hikayeler sizin ruhunuzu yoruyor mu? Sizde nasıl bir iz bırakıyor ve bununla nasıl baş edebiliyorsunuz? 

Tabi keyif aldığım bir iş, çünkü bilmece çözmek gibi. Bir insanın hikayesini dinlerken yavaş yavaş bu hikayede o kişiyi inciten tarafları keşfediyorsunuz. Onu nasıl çözebileceğiniz veya ona nasıl yardımcı olabileceğiniz ile ilgili kafanızda bir harita oluşuyor. Bana her zaman heyecan verici bir iş olarak görünmüştür yaptığım şey. İnsanın bizatihi kendisi heyecan verici bir varlık olarak görünmüştür.

Dinlediğimiz hikayenin ağırlığı altında ezildiğimiz, kendimizi çok üzgün hissettiğimiz durumlar olabiliyor. Öylesi durumlarda bizim de bir nefes borusuna ihtiyacımız var. Hayat boyu kendimizi güvende ve mutlu hissettiğimiz etkinliklerimizin, mesleğimizin dışında bazı alanların olması lazım ki kendimizi besleyebilelim ve o beslenme neticesinde kendi ruhumuzu çürümekten koruyalım. Kendini besleyemeyen bir terapist, sadece kendi mesleğini icra eden ve başka alanlarla kendi ruhunu zenginleştirmeyen bir terapist, bir süre sonra merhamet yorgunluğu dediğimiz bir süreçte tükenecek ve kendisine artık yardım edemeyecek hale gelecektir.

Bazen siz de başka bir terapiste gitme ihtiyacı hissediyor musunuz?

Evet hissediyorum. Hayatımda terapist olarak güvendiğim dostlarım ve ağabeylerim var. Bazen çok dolduğumda, dertleşmek istediğimde onların dizinin dibinde oturur konuşurum.

Şu an yeni bir kitap, özellikle şiir kitabı çalışmanız var mı ve yeni şiirler yazıyor musunuz?

Şiir yazmıyorum, yazamıyorum. Çünkü şiir aylaklığa ihtiyaç duyan bir şey değil maalesef. Kendime yavaşla desem de mesleğim icabı yoğun tempolarla çalışmam icap ediyor. Fakat denemelere devam ediyorum. Şimdi ‘Kayıp Arkadaş’ isimli bir kitabım Kapı Yayınları’ndan çıkacak inşallah. Bir de internet teknolojilerinin insan ilişkilerini ve sevgi ilişlerini nasıl değiştirdiğine dair iki kitabı yayınevine teslim ettim. Onların da çalışmaları devam ediyor.


Yusuf Temizcan'ın Yazısı.