“Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır…” (Hadîd, 10)

Zulmün, acının, gözyaşının yaygın olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu duruma alışmakla birlikte, bir nebze olsun unutmak için görmezden de gelebiliyoruz. Sürekli refaha, hazza kaçan, kaçmak isteyen insanoğluna insanlığını hatırlatan en çok acılar olsa gerek. “Acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça çoğalır” deniliyorsa da en çok acıları paylaşmak yakışıyor insana. İnsan kelimesi, “enise, ye’nüsü, enisen” kökünden türemiş, cana yakın olmak, alışmak, anlamına geliyor. İnsan fıtraten medenîdir, toplu olarak yaşamak ve hayat sürdürmek mecburiyetindedir. İnsanlar ancak birbirlerine destek vererek yaşarlar. İnsanın dinini, canını, malını, nesebini, namusunu muhafaza edebilmesi de toplumsal dayanışma ile mümkündür. Toplumsal hayat içerisinde herkes birbirine muhtaçtır. Kur’ân-ı Kerim bu düzenin temelini şöyle açıklamaktadır: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaşıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (Zuhruf, 32) Görüldüğü gibi Allah Teâlâ insanları birbirlerine muhtaç kılmıştır. Her şeyin asıl sahibi Allah olduğu için, Kur’ân, kendilerine Allah tarafından lütfedilen servetlerden Allah yolunda infak etmeyenleri kınamakta sorgulamaktadır. Ayrıca yerin göğün hakiki mirasının Allah’a ait olduğunu açıklamaktadır. “Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır…” (Hadîd, 10)

Artık alışsak da sürekli bir yardım çağrısı alıyoruz. Savaştan kaçan sığınmacılara, yetimlere, hastalara sabahtan akşama kadar yardım isteniyor. Reklam panolarında, savaş bölgelerine gönderilmek üzere ambulans alınması için yardım bile ilan edildi. Diyanetin hazırladığı Cuma hutbeleri bütün ülkede mutlaka bir yardım duyurusuyla bitiriliyor. İmamların duyuru sonrasında, “Allah yardımlarınızı kabul etsin” duasına hep bir ağızdan “Âmin” dedikten sonra ne olduğunu da hemen unutuyoruz. Yardım dilenmemin bu kadar yaygın olmasının insanları duyarsızlaştırdığı ayrıca irdelenmesi gereken bir konu. Ancak bu yardım çağrılarının bizde makes bulduktan sonra, biraz basit ve ucuz yoldan savuşturma yoluna gidilmesi de dikkat çekici bir durum arzediyor. Evet, çok meşgulüz; modern şehir hayatı, bütün zamanımızı çalan kapitalist iş ortamları ve mesai düzenlemeleri bizi buna sevkediyor ise de durup bir düşünmek gerekmez mi? Acı, bir SMS ile kapatılır mı? Yardım sandıklarına ivedilikle atılan, az sıfırlı bozuk paralar vicdanımızı susturur mu? İnsanın insana ihtiyacı sadece parasına mıdır? Yetimin başını hangi miktarda bir para okşayabilir? Kalbi kırılmış, ifadesi bir damla gözyaşında saklı kalmış, yükünü bir yutkunma ile bedenine gömmüş insanlara, duygusuz, ruhsuz banka hesapları yeter mi zannediyoruz? Yardımlara aracılık eden vakıf ve derneklerin omuzlarına bu vazifeyi bırakıvermek bizi temize çıkarır mı acaba? İnfak, hizmet, merhamet sadece bizde mevcut olan bu duyguların tatmininden ibaret değildir. İmam Gazzâlî bir kimseye gerçek anlamda merhametli denilebilmesi, dolayısıyla acıma duygusunun ahlâkî bir değer taşıması için onun acıdığı kişinin ihtiyacını gücü ölçüsünde karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması gerektiğini belirtiyor. Yine Gazzâli’nin ifadesiyle esasen şefkat ve merhamet gibi duygular Allah’ın insanların içine koyduğu birer iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında bir kimseye acıyan kişi, eğer bu acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım ederse merhamette kemale ulaşmış sayılmaz; çünkü merhamette kemal, kişinin kendisini değil muhtaç ve çaresiz olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır.

Merhamet bize yokluğun halini, ızdırabı öğretiyor; empati yaptırıyor, acıyı paylaştırıyor. İnsanların hemcinslerinin ve diğer canlıların sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevkeden acıma duygusunu belirtiyor. Merhametin özü, kendi acımızı unutup onunkine odaklanabilmektir, onun acısını tahayyül edebilmektir. Bu ise gözle görüp, elle dokunup, ancak gerçek bir paylaşmayla giderilebilir. Pek çok âyette kimsesiz ve çaresizler karşısında ilgisiz kalanlar, acımasız davrananlar, “Allah’ın doyurmadığını biz mi doyuracağız?” diyenler (Yâsîn, 47) ağır şekilde eleştirilmiştir.

Diğer yandan yardımların gerçek sahiplerine ulaşmasını sağlamak ve hakiki ihtiyaç sahiplerini bulmak, kollamak da ayrı bir vazifedir. Bu, biraz zaman ayırıp, biçarelerin muhitinde dolaşmayı, vakit ayırmayı gerektirir. “(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler. Siz hayır olarak ne verirseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Bakara, 273)

Haydi, sevdiklerinizden verin, geç kalan yardımın fazla bir değeri olmaz, geç kalmayın! Sadece Allah’ın rızasını gözetin, birkaç tuşa basmaktan daha fazla gayret sarfedin, yürüyün, yorulun. Bozuk olanlardan değil sağlam paralardan verin. Eşya verecekseniz kaliteli ve sağlam olanlardan verin, karşılık beklemeyin, riya ve gösterişten uzak durun. Yetimin okşanmaya, kalbi kırılmışın dertleşmeye ihtiyacı olduğunu unutmayın! Sarılın!


Ali Can'ın Yazısı.