Gözü ve gönlü nimetlerle ya da o nimete eren kimselerle meşgul etmek, aldanmışlığın ve idrak zafiyetinin bir işareti iken, gözü ve gönlü  sağa sola kaydırmadan Allah ve ahiret merkezli bir hayata sahip olma çabasında bulunmak, imanla aydınlanmış engin idraklerin bir  alâmetidir.

ur’ân-ı Kerim, zaman zaman insanın zaaflarına dikkat çeker. Onun en belirgin zayıf noktalarından birisi olarak da ilk nazarda gördüklerine kanması ve onu yegâne hakikat zannedip peşine düşmesini zikreder. Bunun içindir ki insan, şu geçici âlemi gözünde çok büyütür. Ona çoğu zaman gönlünü kaptırır. Nimetlerine bolca sahip olanlara hayranlık duyar. Hatta bu duyguları onu öyle esir alır ki, ahiret âlemini neredeyse unutur. Kullarına eşsiz merhameti olan Mevlamız da unutulan bu gerçeğe sık sık dikkat çekerek, esas hayatın ahiret hayatı olduğunu çeşitli vesilelerle sürekli hatırlatır. Hatta dünya nimetlerinin ahiret nimetleri yanında çok az olduğunu çarpıcı misallerle duyarlı gönüllerin idrakine sunar. İşte şu ifadeler bunlardan biridir:

"Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar ve altın süslemeler yapardık. Bütün bunlar, sadece dünya hayatının geçimliğidir. Rabbinin katında ahiret ise, O’na karşı gelmekten sakınan takva sahibi müminlerindir.” (ez-Zuhruf, 33-35)

Yüce Allah, işlenen bütün amellerin karşılığının hiçbir eksiltme yapılmaksızın sahiplerine verileceğini çeşitli vesilelerle beyan eder.  İster mümin ister kâfir olsun bu gerçek asla değişmez. Ancak verilen karşılığın nerede, nasıl ve ne zaman olacağı konusunda  müminlerle kâfirler arasında fark vardır.

Ahirete imanı olmayan kimselerin bütün himmeti dünya ile sınırlı olacağından, onların amellerinin karşılığı daha bu dünyada iken  hemen verilecektir. Ahirette ellerine geçecek hiçbir karşılık kalmaması adına ilâhî irade bunu böyle dilemiştir. Nitekim bu hakikat  ayet-i kerimede şöyle beyan edilir:

“Kim yalnız dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, biz onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam öderiz. Orada onlar bir  eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. (Dünyada) yaptıkları şeyler, orada  boşa gitmiştir. Zaten bütün yapmakta oldukları da boş şeylerdir.” (Hûd Sûresi, 15-16)

Bu ayet-i kerimenin genel ifadesi, imanlı gönülleri de zaman zaman titretmiştir. Nitekim Abdurrahman bin Avf’ın -radıyallâhu anh-  önüne, oruçlu olduğu bir gün oğlu tarafından birkaç çeşit yemek konulmuştu. O ise bundan müteessir olmuş ve:

“–Mus’ab, Uhud Savaşı’nda şehit edildi. O, benden daha faziletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da  başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Sonra dünyalık olarak bize her şey lütfedildi. Doğrusu hayırlarımızın  karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum.” demişti. Daha sonra Abdurrahmân -radıyallâhu anh- ağlamaya başladı ve yemeği bırakıp sofradan kalktı. (Buhârî, Cenâiz, 27)

İnsânî zaaflarımız itibariyle iman nimetine mazhar olmuş müminler olarak da zaman zaman dünyevî nimetlerin müminlere daha çok  verilmesi gerektiği gibi mantıkî sonuçlara ulaşırız. Bu hâl, esasen ahiret merkezli bir hayat anlayışının henüz tam anlamıyla  yüreklerimize oturmadığının ya da bu gerçekten gaflete düştüğümüzün bir işareti sayılır. Bu bakış açısının arka planında şöyle bir tasavvur mekanizması vardır: Madem ki Allah bizim dostumuzdur ve her şeyin hazinesi de O’nun katındadır ve biz de O’na iman etmişiz; öyleyse en çok nimete de biz erişmeliyiz. Bu bakış açısında, şu âlemin bir imtihan yurdu ve gelip geçici bir âlem olduğu  inanç ve bilgisinin şuura intikalinde zaman zaman tutukluklar yaşandığı gerçeği vardır. Böyle bir hâl zuhurunda, peygamberlerin ve salihlerin neden çilelere ve yokluklara maruz kaldıkları hakikatini de anlamak zorlaşır. Asr-ı saâdet ikliminde yaşanan şu hâdise bu  konuda güzel bir örnektir:  

Fahr-i Kainât Efendimiz’i kaldığı odalarından birinde ziyaret eden Hz. Ömer şunları anlatır:

“Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıktım. Gördüm ki hasır üzerine yatmış, örgüler bedenine iz bırakmıştı. Ayrıca hurma lifinden yapılmış  deri bir yastık üzerine yaslanmaktaydı... Gözümü kaldırıp odanın içine baktım. Allah’a yemin ederim ki orada üç deri postundan başka dikkati çeken hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine:

«- Ya Resûlallâh! Allah’a dua et de ümmetine genişlik versin. Rumlar ve İranlılar Allâh’a ibadet etmezlerken kendilerine fevkalâde  zenginlik verilmiş, dünya onlara takdim edilmiş» dedim. Bu sözleri işiten Allah Resûlü yerinden doğrularak şöyle buyurdu:

«- Sen de mi böyle düşünüyorsun ey Hatt ab oğlu! Şüphesiz onlar, iyi amellerinin karşılığı, kendilerine dünya hayatında peşin verilen  bir kavimdir.»” (Buhârî, Nikâh, 83)

Bir başka rivayett e Hz. Ömer, Peygamberimizin -aleyhisselâm- vücudunda, yatt ığı hasırın izlerini görünce ağlamış, Efendimiz’in  niçin ağlıyorsun şeklindeki sorusuna da:

«- Ya Resûlallâh! Kisra ile Kayser’in ne şekilde yaşadığı malûm! Hâlbuki sen Allâh’ın Resûlü’sün» demiş, bunun üzerine Efendimiz  -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

“Dünyanın onların, ahiretin de senin olmasına razı değil misin?” buyurmuştur. (Müslim, Talâk, 31)

 Yüce Rabbimizin mümin kullarına daha dünyada iken bazı nimetlerini bol bol vermesi de elbett e mümkündür. Bu durum, bir  yönüyle şükrü gerektiren bir imtihan sırrı iken, diğer yönüyle de Abdurrahman ibn Avf –radıyallahu anh- misali, amellerimizin arka planındaki niyetlerimizin muhasebesine bir vesiledir. İmanlı gönüllere düşen, iman ve sâlih amellerinin tüm karşılığını acilen bu  dünyada beklemek yerine, sonucu Yüce Rabb’e bırakmaktır. Zira yarın ahirett e belki de “keşke tüm amellerimizin karşılığı buraya bırakılmış olsaydı” temennisinde bulunmak durumunda kalınabilecektir.

Gözü ve gönlü nimetlerle ya da o nimete eren kimselerle meşgul etmek, aldanmışlığın ve idrak zafiyetinin bir işareti iken, gözü ve  gönlü sağa sola kaydırmadan Allah ve ahiret merkezli bir hayata sahip olma çabasında bulunmak, imanla aydınlanmış engin  idraklerin bir alâmetidir.

Ayetlerin gösterdiği bu ufuklar, bugün için, her şeyini dünyevî kariyerine endekslemiş, arzularına ve hürriyetine âşık, lüks, zevk ve  eğlence tutkunu kimseler için belki de hiçbir şey ifade etmeyecektir. Ancak ölümle açılan büyük keşif yolculuğunda bu gerçekler,  hemen herkes tarafı ndan en güzel bir şekilde anlaşılacak ve hatt a yaşanacaktır.


Adem Ergül 'ın Yazısı.