Büyük Dert: Yoksulluk, Büyük İlaç: Kanaat Ekonomisi
Fakirliği paradan daha iyi bilmeyen kimse, kral da olsa,
zengin değildir ve fakirliğe inanan kimse fakir de olsa zengindir.
(Bir dervişin otobiyografisinden)*
Yoksulluk, daha kelimesi ağza alındığından itibaren, yokluğa/yoksuzluğa ve hiçliğe olan atfı sebebiyle modern insan için yüz ekşiten bir bahistir. Aynı modern insan için dünya cennetinin ilk meyvesi de yoksulluktan kurtuluş olacaktır. Yüzleri ekşiten başka bir sebep de birilerinin yoksulluğunun başkalarının zenginliğini ne derecede etkilediği ve tehlikeye soktuğudur. Tabii ki bu sadece modernlikle ilgili bir mesele de değil. Mesela, Karacaoğlan “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”** diyerek, bu üç unsur üzerine çağları aşan bir şiir yazmıştır ki, bahsin derinliği ve genişliği ortada... Tüm dünya için mesele ne kadar önemliyse, tüm dünya çapında çarpıtma siyaseti de o kadar ustalıklı işliyor tabi. Nasıl, evrenin en büyük çevre felaketlerinden birine sebep olan BP’nin finansıyla Greenpeace’e çevrecilik yaptırılıyorsa, çeşitli uluslararası istatistik kurumlarıyla da Afrika’nın, Filistin’in ne kadar aç-fakir olduğu söyleniyor. Muhalefetini bile kendi kurgulayan sistemin, BM’nin ve türevi kurumların yürüttüğü sahtekar siyaset, yoksulluktan beslendiği için yoksulluğu çözmeyi amaçlamıyor tabii ki. Toprağı, kaynakları ve bedeni sömürülmeye müsait bir aralıkta tutuluyor insanlar, bütün Afrikalar. Biraz kıpırdanırsa eğer doğacak ihtimallerden korkuluyor. Aynı anda mesela işte altın rezervleriyle meşhur Güney Afrika’da da dünya kupası düzenleniyor.
Küresel bahsi kısa tutup konuyu hızla Türkiye’ye getirelim. Karacaoğlan’ın meseleye açtığı bayrağın gölgesinde konuşacağız. Bu gölgede, bir meseleyi anlamlandırırken edebiyatın ve sanatın sunduğu sahih alandan yararlanacağız. Türkiye’nin yoksulluk meselesiyle ilgili tanıklığı, davası ve somut çalışmaları nedeniyle Mustafa Kutlu’dan bir bahis açıyorum.
Yoksulların sırtından geçinen siyaset
Mustafa Kutlu yoksulluk konusuna, yoksulluk nedeniyle kaybolan hayatların trajedisine ve yoksulluğun çıkış kapılarına, yoksul fakat ferah bir yaşam süren insanlara edebiyatında ve gazete yazılarında en çok kafa yoran edebiyatçılarımızdan biridir. Hatta 2000’li yıllardan bahsedince en çok kafa yoranıdır diyebiliriz. Meseleyi tüm detaylarına kadar kazımıştır. Mesela Orhan Kemal, bir bütün olarak halkın yaşamı ve görüntüsü içinde, alt sınıfa, sokaklara ve köylere kadar gider hikayelerinde ve romanlarında. Ama Orhan Kemal, insan tiplerini ve halkın temel reflekslerini çok iyi belirlemenin dışında bir sınıf edebiyatı da yapar. Sonuçta 60’ların atmosferi de söz konusu olduğu için, işçi meselesine vardırır olayı. Aydınlanmayı, bilgiyi fabrikaların içine bazı karakterler aracılığıyla sokar; sınıf bilincini bilemeye çalışır. Orhan Kemal’in birinci sınıf bakış açısı bir yana, Mustafa Kutlu, yoksulluk konusuna temas eden birçok yazarın aksine, herhangi bir siyasi söylemi beslemez. Meselenin siyasi ve ahlaki bir sorun olduğu aşikar. Bunun verileni de izah eder Kutlu; fakat mesela bazı taşra/köy romancılarının yaptığı yoksulluk edebiyatları, fakir insanın arabesk bir durumdan çıkmaya çalışırken kendine ve çevresine zarar vermesi, sonuçta ölüp giden insanlar üzerinden laik, aydın ve Kemalist kıyafetleriyle kötücül bir edebiyatı çoğaltıp iktidar eleştirisi yapmak gibi politik yöntemler, Mustafa Kutlu üslubunun ve yönteminin dışındadır. Çünkü halkı malzeme yapıp asıl hedef olan iktidar ve rant kapışmasıdır bu adamların işi. 1950 ve 60’larda bu karanlık edebiyatı yapanların uzantısı olan 2000’li yılların bireyci, felsefik, liberal entelektüelleri de şimdi yoksullukla ilgili sorunları konuşmayı ucuz iş olarak görüyorlar. 3. sayfa haberlerini alıp, cinnetin, şiddetin felsefi yorumlarını getirmek, filmini çekmek daha zevkli geliyor onlara. Veya, yoksul çocuk güzellemesi yapan, kimseyi incitmeyerek vicdanları sıvazlayıp geçen hümanist şiirler... Yoksulluğu bu tür hümanist veya laik bir toplumculuk olarak konuşmak bir taraftaysa, diğer tarafta Mustafa Kutlu’nun hem insana hem de olaylara ideolojisiz bir ideoloji noktasından bakan safkan halkçı tutumu var. “Bu ülkenin birinci meselesi yoksulluktur ve hangi iktidar gelirse gelsin ilk sınavını yoksullar ve rantçılar, hortumcular karşısında verecek,” diyor Yoksulluk Kitabı’nda. Yoksulluk nedeniyle “sınıf-altı” bir hayat yaşayan hatta altın da altına inerek “-bize komşular bakıyor” diyen; zekasını ve yeteneğini gösterme imkanı bulamadan yitip giden insanların trajedisini acil ve ölümcül bir mesele olarak ortaya koyuyor. “Verdiği oyun nereye gittiği fark etmeyen” zaten verdikleri oyun kendilerini yansıtmadığı insanlar. Bu insanların kültürsüzlüğünü, göbeklerini kaşımalarını, camilerin bodrumlarında plastik tabaklarla yemek dağıtıp düğün yapmalarını aşağılamak, verdikleri oy üzerinden AKP eleştirisi yapmak da Hürriyet gazetesinin sütunlarının vazifesi. Gerçi AKP’nin kaymağını yiyerek sınıf atlamaya çalışan muhafazakarlar da benzer cümleler kurmaya başladı. Müsiad’ın eski başkanlarından biri çıkmış geçenlerde “müslümanın ihtiyaç fazlası şahsi birikimini paylaşmak zorunda olmadığını” söylüyordu. Muhafazakar arkadaşları da evlerinde uzaktan kumandayla tavandan odaya sahne indirip üzerinde namaz kılıyorlar. Havuzlu vilalar, jip üstüne jipler, özel üniversiteler falan filan...
İnfak yoksa nifak var, lüks hayatın bedeli var
Onlar, dini devletten, siyasetten ve toplumsal meselelerden tamamen koparma vazifelerini lüks hayatlarının bir borcu olarak yerine getiriyorlar. AKP’nin sırtladığı muhafazakar liberal siyaset, ılımlı Müslüman tipi, Graham Fuller gibi ABD ajanlarının Türkiye’ye teklif ettiği ağabeylik rolü, ABD büyükelçisinin “Türkiye 2010’da bölgenin parlayan ülkesi olacak” gibi lafları, AKP siyasetinin ve zenginlerinin inancını, doğrultusunu ortaya koyuyor…
Mustafa Kutlu, yoksul insanların hayatlarını sadece anlatmakla kalmayıp, Deniz Feneri gibi somut bir projenin de fikir babası olmuştur. Kanal7 televizyonuna Deniz Feneri programını teklif etmiş, kanal çalışanları buna sıcak bakınca, zenginden alıp fakire verme projesini gerçekleştirmiştir. Kutlu’nun ifadesiyle “starlık sistemine dayanmayan”, “Robin Hood vaziyetine bürünmeden”, doktorlarla birlikte Anadolu’nun en tenha köylerine kadar gidip yoksullara el uzatan bir programdı bu. Bu kelimelerle tanımlanan bir programı desteklememek mümkün değil; entel İslamcı pozuna girip bütün aracı kurumların yardımlaşmada iletişimsizlik doğurduğunu falan söylemek tuzu kuru olmanın fantezisidir biraz. Bir sürü insana yiyecek-içecek, eğitim hatta iş imkanları sağlamak burada somut olan şey. “Bir insanı kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibidir ve bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” ayetini sık sık hatırlamak gerekiyor. Durumu müsait hatta çok çok müsait olan adamların zor durumda olan bir insana aileye yardım etmesidir bu. Bu projenin devamında, Mustafa Kutlu yardımlar ve tespitler yapılırken tanışılan fakir ailelerin parlak zekalı ve çalışkan çocukları için Deniz Feneri Okulları’nın açılmasını istemiş. Peşinden Deniz Feneri Hastanesi, Huzurevi… Hâlâ ihtiyaç duyduğumuz açıklar bunlar.
Ben Deniz Feneri’ni televizyonda ilk seyrettiğimde yukarıda kullandığım olumlu kelimeler aklımdan geçmiyordu. Ekranda, sakat bir adamın yerde sürünme sahnelerini 10 kere veriyorlardı. Arabesk, ajite, sevinç, teşekkür sahneleri. Faydalarına duyduğumuz saygı bir yana; bu programlardan, daha sonraları şiir de söyleyen ve şimdilerde evlilik programı sunuculuğu yapan dizi oyuncusu, star Uğur Arslan doğdu. Ve akşama kadar kıroların müzik yapıp oynadığı kıro bir kanal var şimdi. Bu adamların Müsiad başkanı da fakirlerden para kaçırmak için ekranda kırk dereden su getirir tabii… AKP ile beraber muhafazakar zengin sayısı arttı, büyük medyayı ve ihaleleri paylaşmaya başladılar; orta sınıfın imkanları ve talepleri arttı. Fakat yoksulun yoksulluğu azalmıyor. Kutlu’nun dikkat çektiği başka bir olay; kent varoşlarındaki insanlara “Anadolu’dan gelen otobüsler yolcudan çok, koli, çuval, bidon, erzak getiriyor” ve insanlar bununla kışı idare ediyorlar, dişlerini sıkıp sükûnetle bekliyorlar. Köyden gelen erzakla idare etme olayı artık iyice azaldı. Ve büyük sermaye kollarını şehirlerin varoşlarına kadar uzattığı için, oralardaki esnaflık da ciddi bir zarara uğramış durumda. Amerika girdikçe giriyor içeri, Migros küçük semtlere bir alt versiyon marketlerle giriyor. Ülker fırınlar açıyor. Başbakan 2010’da “bakkalcılığı artık bırakın” diyor. Kenarda yaşayan insanların iş yapabilme alanının gittikçe daraldığını, köyden eskisi gibi erzak gelmediğini, üniversite mezunu işsiz sayısının milyonları bulduğunu, kenar mahallelerde bir dükkanın 8 ay pastane, 6 ay lokanta, 1 sene internet kafe olarak şekil değiştirip durduğunu görüyoruz. İnsanlar sınırlı alanda bir şeyleri deniyor…
İnsanların katiyyen ihtiyaç duymadıkları şeyleri ihtiyaçmış gibi göstererek, yetmeyen paralarını, ve mal varlıklarını, giderek haysiyet ve umutlarını çalarak biriktirdiğimiz bu kirli para… Onları her geçen gün daha bir ezerek eşyaya, mahiyeti meçhul eşyalara zebun kılmak.
Allah varsa trajedi yoktur!
Mustafa Kutlu’nun insana bakışı ve hikayelerindeki siyaset, meselenin ajite edilmesini ve açlığın, yoksulluğun bir ekran malzemesi haline getirilmesini dışlar tabii ki. Dramatik unsurlar meselenin içindedir her zaman; fakat birey olarak insanı “Allah varsa trajedi yoktur” diye ifade ettiği bir ferahlığa getirir. Yoksul hatta engelli insanlar çektikleri zorluklara rağmen bir şekilde çalışır çabalar ve bir ferahlığa ulaşırlar. Bu “kan tükürüp kızılcık şerbeti içtim” diyen memleket insanının sahip olduğu “ruh asaleti”nden kaynaklanır.
Yoksulluk İçimizde’de evlenmek üzereyken sevdiği kızı (Süheyla) terk edip zengin bir kızın ve ailenin imkânlarına yönelen Engin, Süheyla’yla bir düğünde karşılaşır, onunla konuşmak ister. Süheyla’nın “seninle harama batmamış bir beldeye hicret edelim” teklifi Engin’i şu muhakemeye vardırır: “İnsanların katiyyen ihtiyaç duymadıkları şeyleri ihtiyaçmış gibi göstererek, yetmeyen paralarını, ve mal varlıklarını, giderek haysiyet ve umutlarını çalarak biriktirdiğimiz bu kirli para… Onları her geçen gün daha bir ezerek eşyaya, mahiyeti meçhul eşyalara zebun kılmak”...
Kanaat ekonomisi en büyük çözümdür
Mustafa Kutlu, yoksulluğun sebebinin siyasi krizler olduğunu ısrarla vurguluyor Yoksulluk Kitabı’nda. Ahlak ve adalet, Türk siyasetinde yerini bulursa, 60 milyar dolar banka hortumlayanlara hesap sorulursa, ancak bir şeylerin daha iyiye gidebileceğini söylüyor. Sistem sadece kendi çarkını döndüren söylemin siyaset yapabilmesine müsaade ettiği için, bizim için mesele şimdilik kendi hayatlarımızı hangi siyasete göre inşa ettiğimiz ve bizim hayat tarzımızın başkalarının hayatının zorlaşmasına sebep olup olmadığıdır. Kutlu, sistemin çarkına tüm vücudumuzu kaptırmamak adına ve tüketim ideolojisine karşı “kanaat ekonomisi”nden söz ediyor. İsraftan arınmaya çalışmaktan yani bizim için neyin gerçek ihtiyaç neyin de olmasa da olur veya paylaşılabilir olduğundan ve en azından kendi çevremizdeki yoksulu fakiri gözetmekten, ihtiyaç fazlasını biriktirmenin değil paylaşmanın yollarını aramaktan, hızın ve hazzın peşindeki mutlu azınlığın siyasetine karşı zenginlerin malında fakirlerin hakkı olduğunu gerçeğinden, meselenin dönüp dolaşıp bir yaşam tarzı siyasetine geldiğinden bahsediyor. Bütün zorluklara rağmen çalışmayı ve azmi elden bırakmayan, bu sayede bir genişlik bir ferahlık temin eden yoksul insanları örnek gösteriyor. Biz de insanlara Kur’an’daki ilk kıssa olan bahçeler kıssasını, yoksullara yardım etmeye gücü olduğu halde onlardan ürün kaçırmaya çalışan bahçe sahiplerinin uğradığı gazabı hatırlatalım…
*Muhyiddin şekur, Su Üstüne Yazı Yazmak, İnsan yay.
**Neşet Ertaş yorumuyla bu şiirin türküsünü dinleyin derim.
Ali Düz'ın Yazısı.