Yoğun radyo televizyon programları, tarih gezileri, Osmanlıca dersleri, makaleleri, konferans ve söyleşileri arasında Dursun Gürlek  Hoca’yı yakaladık ve Osmanlı’dan günümüze hoca, talebe münasebetlerini ve eğitim meselesini konuştuk… Cemil Meriç ile olan yakınlığını sormayı da unutmadık.

slam’ın eğitime verdiği önem konusunda ne söylemek istersiniz?

Kur’an-ı Kerim’e, Hadis-i Şerifl ere ve büyük âlimlerin içtihatlarına baktığımız zaman, insan eğitimi konusuna geniş yer verildiğini görürüz. İnsanın bilgilenmesi ve mükemmel insan olması eğitim sayesindedir. Tabii ki mükemmel bir Müslüman mükemmel bir insan demektir. Mükemmel bir Müslüman da “bilen insan” demektir. Yüzlerce ayet-i kerime, ilmin ehemmiyetini, öğrenmenin lüzumunu ifade ediyor. Durum böyle olunca da İslam ile İlim ayrılması mümkün olmayan bir bütün olarak karşımıza çıkıyor. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” (Zümer, 9) ayet-i kerimesi başta olmak üzere, birçok ayet ve hadis bizleri okumaya, öğrenmeye, bilgilenmeye, eğitime teşvik ediyor ve bizlere cehaletin ne kadar kötü bir şey olduğunu hatırlatıyor. Demek ki İslam demek ilim demektir. Bu konuda İmam-ı Gazzali’nin “İhyayı Ulumiddin” isimli şaheser kitabının şöyle birkaç defa, baştan sona, ciddi manada okunmasını tavsiye ederim. Bu eserde İmam-ı Gazzali nev-i şahsına münhasır bir üslupla ilmin, hocanın, talebenin önemini çok güzel bir şekilde anlatıyor.

Peygamber Efendimiz’in eğitim anlayışı nasıldır? Bir öğretmen olarak onun en önemli vasfı nedir?

Yaşayarak öğretmesidir. Biz Peygamber Efendimiz’e bakınca onun canlı bir Kur’an olduğunu görüyoruz. Biz de Efendimiz’in bu  yönünü kendimize örnek alıp bildiklerimizi yaşayarak, uygulayarak gösterirsek o zaman samimiyetimiz ortaya çıkar. Mesela bir  müsteşrik İslamiyet’i belki bizden daha iyi bilebilir. Ama Müslüman değil… Yaşamıyor… Dolayısıyla bunun bir ehemmiyeti yok. Allah  katında bir ecri de yok. Demek ki bilmek ayrı şey, yaşamak ayrı şey… Yaşanmayan, tatbik edilmeyen bilgi, sahibini Kur’an-ı Kerim’in  ifadesiyle kitap yüklü merkep yapıyor. Çok tehlikeli bir durumdur bu…

İslam tarihinin ilk mektepleri olarak “suff a”yı gösterebilir miyiz? Suff a’nın İslam tarihindeki önemi nedir?

Tabi ki gösterebiliriz. Eshab-ı suff a çok ehemmiyetli… Efendimiz’in çevresinde daima bulunan insanlardır bunlar. Bu da Osmanlı’ya Enderun, saray okulu, medrese şeklinde intikal etmiştir. Benim tahminime göre bu eğitim kurumlarının modeli oradan alınmıştır. Tabi eshab-ı suff a denilince ilk olarak aklıma Ebu Hureyre Hazretleri geliyor. Teyp gibi bir hafı zası var; sürekli kaydediyor… Beş binden fazla hadis rivayet etmiştir. Ne yazık ki bugün bazı batıperest kimselerle birlikte bazı kendini bilmez ilahiyatçılar Ebu Hureyre Hazretlerine dil uzatıyorlar. “Bu kadar çok hadisi rivayet etmesi mümkün değil, mutlaka içine yalan katmıştır” gibi, böyle nâbecah, layık olmayan sözler söylüyorlar. Hâlbuki onun cevabını Ebu Hureyre Hazretleri kendisi veriyor; “Siz bağlarınızda bahçelerinizde işlerinizle meşgul olur iken ben Resulullah’ın yanından ayrılmıyordum” diyor.

Eğitimde gaye ne olmalıdır? Günümüz mekteplerinin eğitim anlayışı bu gayeye uygun mudur?

Eğitimde gaye mükemmel insan yetiştirmek olmalıdır. Ama günümüzdeki mektepler bu gayenin çok dışında kalmıştır. Maalesef o  yönden çok müştekiyiz. Bilmem ki biraz ağır kaçar mı? Öğrencilerimizin eline diploma veriyoruz ama bu diploma bir cehalet vesikası  olmanın ötesine geçemiyor. Tabi ki belli okulları, belli üniversiteleri bitirenlere eskilerin şahadetname dedikleri diploma verilmelidir; ama diploma o okulu bitirdiğinin belgesidir; âlim olduğunun, bilgili olduğunun, mükemmel insan olduğunun işareti değildir. Nice  diplomasız insanlar vardır ki hem ilimde zirvedir hem de ahlakta zirvedir. Asıl olan insanın yetişmesidir. İnsanın iyi bir şekilde yetişmesi için de yetişmiş insanlar model  olmalıdır; bu Osmanlı usulüdür. Yani bir hoca efendinin rahle-i tedrisinde bulunmak esastır. Eskiden “siz hangi mektebi bitirdiniz” diye pek sormazlarmış; “hangi hoca efendinin rahle-i tedrisinde bulundunuz” diye sorarlarmış. Bu çok önemli… Biz bu model  kişilere “canlı kitap” diyoruz. Yahut “ayaklı kütüphane” diyoruz. İşte bizim bu canlı kitaplara bugün çok ihtiyacımız var.

Osmanlı’nın eğitim sistemi ve anlayışı nasıldı?

Osmanlı ilim ve kültür sisteminin iki temel müessesi vardır ki bunlar medreseler ve tekkelerdir. Medreseler insanlara zahiri ilimleri öğretiyordu. Tekkeler ise insanlara batınî ilimleri kazandırıyordu. Medreselerde okutulan ilimlerin başında İslamî ilimler yani hadis, tefsir, fıkıh, kelam gibi ilimler geliyordu. İlimler biliyorsunuz ikiye ayrılır; “Ulum-u âliye“ dediğimiz yüksek ilimler ki bunlar hadis tefsir gibi yüce ilimledir. Bir de “ulum-u eliye” dediğimiz alet ilimleri vardır ki bunlar da sarf, nahiv gibi ilimlerdir. Ki bu alet ilimleri ile yüce ilimlerin kapısı açılır. Medreselerde bunlar mükemmel bir şekilde öğretiliyordu. Fakat bunların yanı sıra müspet ilimler yani matematik, fizik, kimya, astronomi gibi ilimler de öğretiliyordu. Net bir tarih vermemekle beraber Kanunî Sultan Süleyman döneminin sonuna kadar bu çift yönlü eğitim devam etti. Mesela Fatih kendi adına yaptırdığı Fatih Cami’nin yanı başına Sahn-ı Seman medreselerini kurdurmuştu. Bu medreselerde o devrin en büyük hoca efendileri ders verdiler. Bu medreselerde dinî ilimlerin yanı sıra müspet ilimler de okutuluyordu. Bugünün en modern üniversiteleri ne ise Fatih zamanında Sahn-ı Seman medreseleri o idi… II. Beyazıd zamanında da Yavuz Sultan Selim zamanında da bu sistem böyle devam etti. Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii’nin yanındaki Süleymaniye Medresesi’nde aynı sistemi devam ettirdi. Ne yazık ki Osmanlı’da bir güruh ortaya çıktı Kadızadeliler diye; ondan sonra Osmanlı’nın eğitim tarihindeki büyük çatlak başladı. Bu güruhun tesiriyle müspet ilimlerin kaldırılmasıyla medreseler fonksiyonlarını yitirdi. Şu bidat, bu bidat diyerek tarih ve coğrafya bile neredeyse yasaklandı. Yani kuşun kanatlarından birisini kırdılar… Buna rağmen bizde bir Kâtip Çelebi yetişmiştir ki bu zat yönetim ve eğitim sistemindeki bozulmanın nereden başladığını ve nasıl tamir edileceğini eserlerinde anlatmıştır. Yine bu konuda Koçi Bey gibi âlimler de çeşitli layihalar, risaleler hazırlamıştır.

Bir hoca efendinin rahle-i tedrisinde bulunmak esastır. Eskiden “siz hangi mektebi bitirdiniz” diye pek sormazlarmış; “hangi hoca  efendinin rahle-i tedrisinde bulundunuz” diye sorarlarmış.

Osmanlı zamanında hoca ve talebe münasebetleri nasıldı?

Osmanlılar zamanındaki hoca ve talebe münasebetlerinde, edep, erkan, nezaket, incelik büyük oranda kendini gösteriyordu. İlim  mevzubahis olduğu zaman son derece fikir hürriyeti vardı. Bunu çok yanlış anlarlar. Eskiden ilim meclislerinde o kadar enteresan  tartışmalar oluyordu ki bizim bile rahatsız olacağımız, hayret edeceğimiz konuları onlar kendi aralarında son derece rahat şekilde tartışıyorlardı. Mesela medreselerde kelam bahsinde nice tartışmalar yaşanmıştır. Yani İslam’da namütenahi bir fikir hürriyeti vardır.  Yeter ki ilim söz konusu olsun. Eğitim tarihini gözden geçirirsek mesela merhum Osman Nuri Ergin’in beş ciltlik “Türkiye Maarif  Tarihi” adlı eserini okursak bunları rahat rahat görebiliriz. Tabi bütün bu tartışmalar edep erkân dairesi içerisinde yapılırdı.

Günümüzdeki hoca talebe ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yıllar önce benim öğrencim olmuş bir zata rastlıyorum, eli cebinde, gayet laubali bir şekilde “ne haber hoca!” diyor bana… Bu benim talebem… Tabi ki bugün de müspet örnekler vardır, hocalarına karşı hürmetli talebeler vardır ama genele baktığımızda talebelerimiz  ne yazık ki saygısız davranıyorlar. İlimden önce edep gelir. Ne diyor Fuzulî? “Aşk imiş âlemde her ne var ise/ İlim bir kıyl-u kal imiş ancak” İlmi bir dedikoduya benzetiyor. Hâlbuki Fuzuli büyük bir âlim, hiç ilim dedikodu olur mu? Demek istediği şu: Önce aşk, edep,  irfan gelir; ilim sonra… Osmanlılar zamanında edebe çok önem verildiği için hangi eve giderseniz gidin duvarında “edep ya hu”  levhasını görürdünüz.  

Osmanlıca derslerinizden bahseder misiniz?

Kubbealtı’nda, Eyüp Sultan’da, Pendik’te, Mecidiyeköy’de ve Fatih’de yani beş yerde Osmanlıca dersleri veriyorum. Bu kurslarda  klasik Osmanlıca dersi yapmıyorum. Ne yapıyorum? Romantik Osmanlıca dersi yapıyorum. Ne demek bu? Yani tarih sohbetleri  kıvamında oluyor bizim derslerimiz… Metinleri okuturken, o metinlerde geçen kelimelerden yola çıkarak tarihi anekdotlar anlatıp, onları beyitlerle de süsleyerek dersi renklendiriyoruz. Bazen dersimiz bittiği hâlde öğrencilerimiz kalkmıyorlar. Ben de latife  yapıyorum; “siz oturun ben gidiyorum” diyorum.

Son olarak, biraz da Üstat Cemil Meriç ile olan yakınlığınızdan bahseder misiniz? Kendisiyle yaptığınız görüşmelerde ne  hissederdiniz? Mesela heyecanlanır mıydınız?

Cemil Meriç’le 1977 yılında ilk defa yüz yüze görüştük. Tabi ondan önce hocayı gıyaben tanıyordum ve bütün kitaplarını okumuştum.  O zamanlar çok kitabı yayınlanmamıştı, daha çok gazete ve dergilerden takip ediyordum. Hisar Dergisi’nden, Yeni Devir  Gazetesi’nden, Sebil Gazetesi’nden makalelerini okuyordum. Bu kadar derin düşünen ve bu kadar güzel yazan bir münevveri yakından tanımak istedim. Bunun üzerine yüksek tahsilim sırasında üç beş arkadaş Göztepe’deki Tütüncü Mehmet Efendi  Caddesi’ndeki evinde kendisini ziyaret ettik. Ve içeri girer girmez ben hiç kimseye fırsat tanımadan hocanın Kubbealtı Mecmuası’nda  yayınlanmış; “Tanzimat uçuruma açılan bir dehliz. Bu tereddiler berzahında düşe kalka ilerleyen kervanın öncüsü ulema değil artık. Üç beş şair bir iki gazeteci... Yani bir avuç kalem efendisi… Hepsinin ortak vasfı batıcılık… Onun için onlara  müstağrip diyoruz. Birer çocuktu ilk müsteğripler, şımarık hayalperest” diye başlayan Müstağripler başlıklı üç dört sayfalık makalesini ezberden okudum kendisine. Heyecanlandı, çok hoşuna gitti… “Bak bak Fevziye” dedi “Şakirtlerim yetişmiş, artık ölsem bile gözüm  açık gitmez.” Ondan sonra hocayla samimiyetimizi ilerlettik ve gece gündüz hizmetine koştuk. Kendisine kitap okuduk, yazılarını  daktilo ettik, başka hizmetlerini gördük. On yıl süren bu zaman diliminde kendisinden çok sözler işittim, çok şeyler öğrendim. Biz  onun yanında bulunmakla şereflendik. Hani “şeref-ül mekan bil mekin” derler ya… Yani mekânın şerefi oturan iledir. Hatta itiraf  edeyim, birkaç üniversite bitirsem hocadan öğrendiklerimi öğrenemezdim. Hocanın bir de şu yönü vardı. Çok sinirliydi, azarlar,  kızardı. Bana da çok kızmıştır, ben hiç moralimi bozmamışımdır. Bilakis hoşuma giderdi. Keşke şimdi olsa da yine azarlasa… Ben  de elini bırakıp ayağını öpsem. 


Aydın Başar'ın Yazısı.