Zihnî parçalanmışlık ve benlik bölünmesi, ciddi sancılara yol açmıştır ülkemizde. Sebep olduğu çatışmalarla onulmaz yaralar açmıştır. Bu sebeple, kendi değerleriyle barışık entelektüel liderler olmak, hem toplum içindeki çatışmaların bitmesi, hem ülkenin artık girmiş olduğu süreçte sağlıklı ve tutarlı bir biçimde ilerleyebilmesi için kaçınılmazdır.

Liderlik denince aklımıza ilk gelen siyasi liderliktir. Entelektüel liderlik denince de, muhtemelen entelektüellik ile yine siyaset arasında  bir bağıntı kurulacaktır. Yani entelektüel/ ilmî birikimi olan ve fakat siyasi lider olmayı başarabilmiş bir insan. Ancak burada  entelektüel liderlikle kastedilen, ilmî önderliktir. Bir başka deyişle, insanın sahip olduğu bilgi birikimiyle bir örnek, bir prototip olabilmesi.

Siyasi liderliğin önemi inkar edilemez. Toplumların kaderlerinde büyük rol oynarlar liderler. Ülkelerin yükseliş ve  çöküşlerinde başat etkenlerdir onlar. Ne var ki siyasi liderler kadar, ilmî liderlerin de etkinlikleri vardır toplum üzerinde. Hatta denilebilir ki onların derinden derine akan bir güç ve iktidarları vardır. Kadim dönemlerde, din adamları, bilginler… Modern toplumlarda entelektüeller, aydınlar… İsimler ve kisveler değişmiştir; ancak değişmeyen şey, onların toplumdaki nüfuzlarıdır.

Burada esas mesele, onların ait oldukları medeniyetin temsilcileri olabilmeleridir. Toplumlarının da o istikamette sürekliliğini sağlayabilmeleri. Kendi kültürlerine yabancılaşmadan, sahip oldukları benliğin parçalanmasına izin vermeden…

Meseleyi, İslam ümmeti perspektifinden ele alıp somutlaştıralım. Ahmet Davutoğlu’nun sistemleştirmesiyle söylersek, İslam  medeniyetini kendisinden önceki medeniyetlerden farklılaştıran üç özgün nitelik vardır. Bunların ilki; İslam’ın kendi müntesiplerine  güçlü bir ben-idraki vermiş olmasıdır. Yani İslam’ın, kendi insanını bir varlık-bilincine erdirmesi. Bu varlık- bilinci, Müslüman’ı diğer  din ve kültür müntesiplerinden ayırıcı bir karakter arz eder.

İkinci nitelik, bu ben-idrakinin beraberinde getirdiği bir başka prototiptir. Bu da, İslâm’ın âlim prototipidir. İslam’ın kendine özgü bilgi  sistemini dokuyan ilmî önderlik. Bu ilmî önderlikle, İslam ümmetinin âlimleri; Yunan’ın filozofları, Roma’nın hukukçuları, Hind’in  Brahmanları, Ortaçağın rahiplerinden farklılaşır.

Üçüncü nitelik de, özgün ben-idraki ve ilmî önderlik prototipinin beraberinde getirdiği bilgi sistemi. Bu bilgi sitemi içinde bir yandan  tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi İslam toplumunun kendine özgü bilim dalları ortaya çıkarken, diğer yandan o döneme kadar insanlığın  bilgi birikimiyle bir hesaplaşmaya girilmiş bunlar yeni bir yorumlama sürecine tâbi tutulmuştur.

İslam ümmeti, yüzyıllarca bu üç özgün niteliğini koruyabilmiştir. Varlığını, gerek siyasi, gerekse fikrî saldırılar karşısında sürdürmeyi  başarabilmiştir. Hatta şöyle söylemek daha doğru olacaktır: Bazı dönemlerde savaş meydanlarında yenilse, siyasi parçalanmışlık ve  buhranlar yaşasa da kendi ilmî ve zihinsel varlık ve bütünlüğünü sürdürmüştür. İslam coğrafyasında farklı devlet ve  imparatorluklar kurulup yıkılırken, âlimler, İslam’ın değerler sistemini canlı tutmayı ve pekiştirmeyi bilmiştir. Bu bakımdan siyaset  geçici, ilim ve entelektüellik kalıcıdır.

Sözgelimi, Felsefe çevirileriyle Yunan düşünce ve kültürüyle karşılaşan İslam ümmeti, İmam Gazâlî’nin girişimi ve Fahreddin Râzî,  Azudiddin Îcî, Seyyid Şerif Cürcânî gibi daha sonraki kelamcıların çabalarıyla, bu kültürü kendi bünyesinde eritebilmiştir. Moğol ve  Haçlı saldırıları, siyasi parçalanmışlıkları getirse de, bünyede kalıcı zararlara yol açmamıştır.

İslam ümmetinin varlığını sürdürmesinde âlimler, merkezî bir konuma sahiptir. Onların misyonu, homojen bir yapı içinde ümmeti  geleceğe taşımaktır. Afgânî’nin dediği gibi, âlimler İslam ümmetinin birlik vasıtası, ruhu ve kalbidir.

Modern Batı ile karşılaşma süreci, diğer toplumlar gibi İslam toplumu için de ciddi bir kırılmaya neden oldu. Özellikle klasik bilgi  sisteminin temsilcileri âlimler ile modern dünya görüşünün temsilcileri arasında ciddi bir gerilim meydana geldi. Zira bir aydın  zümresi ortaya çıktı ki, bunlar tamamen kendi değerlerine ve insanlarına yabancılaştılar. Bunlar kendi varlıklarını ve ait oldukları tarih  ve medeniyeti bir nevi inkâr ettiler.

Zihin haritaları ve benlikleri tamamen parçalanmıştı bu insanların. Yetiştikleri ortam ve değerlerle, zihinlerindeki dünya arasında, bir  çatışmanın ortasındaydı benlikleri. Ne kendileriydiler, ne de öteki. Kendi ben-idraklerini, bilgi ve düşünce sistemlerini kaybetmişlerdi.  Bu parçalanmışlık, zamanla toplumun da parçalanmışlığını getirdi beraberinde. İslam ümmeti, yara aldı.

Bu arada kendi toprağına, coğrafyasına, mirasına, değerler sistemine bağlı kalıp bu zihni parçalanmışlığa karşı duran aydınlar oldu.  Onlar, bir anlamda Batı’nın meydan okuması karşısında kriz yaşayan İslam düşünce ve değerlerinin yeniden toplum nezdinde  kabulü için mücadele verdiler. Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç bu isimler arasındadır. Bu  insanlar, aynı zamanda, ortaya koydukları hareket ekolleri ve İslam tasavvurlarıyla ülkemiz için birer entelektüel liderlik/düşünsel önderlik modeli ortaya koymuşlardır. Kendilerinden sonrakilerin takip edebilecekleri yeni bir prototip oluşturabilmişlerdir. Onlar,  yeryüzünün en zifiri karanlığının yaşandığı pozitivist 20. yüzyılda, birer meşale gibi Müslümanların yoluna ışık tutmuşlar, kuruyan  ruhlara bir İslam aşısı vurmayı başarabilmişlerdir.

Bu coğrafya, bugün bu aydınların açtığı çığırdan gidenler vasıtasıyla çok farklı heyecanlar yaşıyor. A. Davutoğlu’nun ifadeleriyle, tarihe  geri dönüyor, kendi coğrafyasının imkânlarını harekete geçiriyor. Kendi coğrafyasının gereğini yapmaya, mazlum coğrafyalar için  umut ve gelecek olmaya çalışıyor. Kudretli fakat şefkatli bir ülke olmayı hedefliyor. Kabuğunu kırıp ait olduğu coğrafyayla ve hatta  bütün insanlıkla bütünleşmek istiyor.

Bu noktada bu toprakların, ait olduğu tarihe, medeniyete, değerlere inanan; içinde var olduğu medeniyeti her yerde gururla taşıyan;  özgüvenini mensup olduğu din ve inançtan alan entelektüel liderlere ihtiyacı sürüyor. Tarihi akışın yönünü iyi tespit edip doğru  kavrayabilen, bir özne olarak tarihe ve dünyaya bakabilen, sonra da kendini buna göre konumlandıran… Dışarıdan ithal düşünce ve  ideolojilerin gönüllü taşeronluğuna soyunup kendi ben idrakini yaralamayan… Ben idrakine sahip ve fakat benlikten uzak, küçük  hesapların ve kariyer planlarının peşinde koşan değil, ait olduğu din ve geleneğin sürekliliği için büyük plan ve projeleri olan… Slogan değil, büyük düşüceler üreten… Suyun akışını güçlendiren ve denize doğru akan bir kol olmaya çabalayan…

Zihnî parçalanmışlık ve benlik bölünmesi, ciddi sancılara yol açmıştır ülkemizde. Sebep olduğu çatışmalarla onulmaz yaralar  açmıştır. Bu sebeple, kendi değerleriyle barışık entelektüel liderler olmak, hem toplum içindeki çatışmaların bitmesi, hem ülkenin  artık girmiş olduğu süreçte sağlıklı ve tutarlı bir biçimde ilerleyebilmesi için kaçınılmazdır. Belki de en kaçınılmaz olan şey, İslam  ümmetinin var ettiği, on beş asırdır sürdürdüğü entelektüel birikimi kucaklayıp diğer düşünce sistemleriyle hesaplaşmayı  sürdürebilme iradesini gösterebilmektir.

(Not: Bu yazı, Ahmet Davutoğlu’nun “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri”, Divan, 1996/1; “Modernleşme Sürecinde Entelektüel Dönüşüm ve Zihniyet Parametreleri” Modernleşme, İslam Dünyası ve Türkiye içinde, Ensar, İstanbul, 2001; ve 18.05.2011 tarihinde  S.Ü. kampüsünde yaptığı “Kariyer Zirvesi/Liderlik” konuşmasından esinlenilerek yazılmıştır.)


Mesut Kaya'ın Yazısı.