Bir tarafta futbolu bir inanç, bir siyaset, bir şiir gibi yaşayan halklar, varoşlar, işçiler, banliyöler; bir tarafta da futbolu gösteriden, şovdan, estetikten, hazdan ibaret yaşayan zenginler, züppeler, Avrupalar.

Futboldan bahsedişimin kendimde başlayıp biten bir taraftarlık coşkusuyla, futbola ait estetik zevklerle, Lig TV veya tribün konforuyla, memleketin vaziyetinden kopuk tribün sloganlarıyla ve ambiyansla hiçbir alakası yok. Fenerbahçe-Paok maçından önce, bazı Beşiktaşlı taraftar gruplarının Yunan takımına destek vermesiyle de hiçbir ilgisi yok. Takımlarımız Türkiye`de ve Avrupa`da daha çok maç kazansın da biz de daha çok meydanlara inelim sevinelim, Kadıköy`de Üsküdar`da Taksim`de şölen yapalım duygusuyla ilgisi yok. Bu tür bir taraftarlıkla hiçbir irtibatı yok bu satırların. Taraftarlık kelimesinin zihinde uyandırdığı şu anlamla da ilgimiz olmamalı: Bir hadise cereyan ediyor, etken var fiil var, bir de olup bitene eklemlenenler taraf olanlar var. Edilgen taraftarlık denebilir buna. Kavgada arkadaşını yalnız bırakıp sonra inşallah dayak yemez diye dua etmek gibi. Futbol klasik anlamda bir cihat aracı da değil benim için. Hakan şükür cami yatıracak mı yaptırmayacak mı, Nihat Kahveci namaz kılıyor mu kılmıyor mu, Emre Belözoğlu dindar mı değil mi meselesi değil. Dünyanın şehirlerinde, varoşlarda, gettolarda, banliyölerde birileri futbol üzerinden, futbolun hayat disiplini üzerinden İslam`a ulaşıyorsa, bu saygıdeğer bir şeydir. Futbolun başka anlamları da bünyesinde taşıyabilen bir imkan olduğunu gösterir. Ama muhafazakar bir futbolcunun yaptığı İslami hareketler, ki bir yardım bir infak mesela, medyanın malzemesi olabilmişse ne kadar İslamidir artık, bunlar konumuzun merkezini oluşturmuyor. Geçtiğimiz günlerde İstanbul`da, bir üniversite öğrencisi harç parasını ödemek için yazın çalıştığı bir inşaatın tepesinden düşerek öldü. Ondan birkaç gün daha önce, Diyarbakır Silvan`da, el arabasıyla sebze satan bir adam iftar için eve gelip karısından “yemek yapacak bir şey yoktu, yemek yok” cevabını alınca kendisi astı. Bunlar haberlerin TV tartışmalarının en öncelikli konusu olmalıydı; ama internet sitelerinde birkaç saatlik bir haber olarak akıp geçtiler. İşte, benim burada bahsettiğim futbol, bu hadiselerle irtibatı olan futboldur. Futbolun toplumun en dibine kadar uzanan kollarında yürüyoruz. Açalım.

“Futbol halk için değildir halkın ta kendisidir,” demiş Honduraslılar. Türkiye için şunu da ekleriz: Futbolun manzarası Türkiye`nin manzarasıdır. Evet, tribünlerde kafanızı bir taraf çevirin, maçtan 3 dk önce gelip koltuğuna i-poduyla kurulan pijamalı taraftarları göreceksiniz, bakmaya devam ederseniz stat inlerken onların sessizliğine şahit olursunuz. 90+ dakikalara kalmadan, o dakikaların inancını, coşkusunu ve kederini yaşamadan da çekip giderler. Onlara yakın bir mevkide localarında oturup puro tüketen yöneticileri ve yakınlarını görebilirsiniz, bunlar maç esnasında veya sonrasında ciddi bir olay çıkmadıkça diğer tribünlere uğramazlar, taraftarın yanından pek geçmezler. Başka bir tarafta kendini gösterme çabasındaki lümpen lavuklar vardır. Enteresanlık yaratmaya çalışan posterlerle 90 dakika kameraya oynarlar. Diğer bir tribünde takımına kızması yahut sahip çıkması gereken yerde hakemin anasına küfreden kızlı erkekleri üniversiteli züppeleri ve varoş pesimistlerini görürsünüz. Ama sinek vızıltısının davada bir hükmü yok. Geçelim.

Halkın nabzı ise, daha çok açık tribünlerde ve kale arkalarında atar. Stadın sesini, ritmini bu tribünler belirler zaten. Futbolun gerçek sevgisi öfkesi ve sesi buradadır. Sadece başarı zamanlarında ve sadece zevk için tribünde olmayan insanlar burada. Ve halkın oyunudur dediğimiz futbola anlamını veren karakter, sadakat, azim bu mekandadır. Adamın hayatında, karısı çoluk çocuğu, çalıştığı fabrikadaki işi ve tuttuğu takım vardır. Güler, ağlar, takımına sahip çıkar. Stadın içinde, parası yoksa etrafında, kahvehanede, evinde. Anlıyor musun, Gebze`nin kanserli işçilerle dolu bir mahallesinde sen ben yazdığımız şeyler yok, futbol var. Futbol işte bu ve başka mekanlarda, daha başka anlamları da bünyesine katarak büyür. Bizim futbolumuz, Gebze`den son parasıyla trene atlayıp maç saatinde Kadıköy`ün etrafında dolanan ve stadı dinleyen tersane işçisinden başlar, Adana`nın bir köyünde her gün 3 metrekarelik odasının duvarına astığı Arda Turan posterinin karşısında dikilen ve koşup tek başına toprak sahada güneşin altında antrenman yapan çocuktan başlar.

Ama futbolu tabii ki halk değil, euro ve dolar sahipleri yönlendiriyor. TV ve stat gelirleri, bahis piyasası, büyük sermaye, kapitalizm falan filan… Paranın döndürdüğü çarka şimdilik müdahale edemediğimiz için, tribünler ve kahvehanelerin yönetimler ve parayla arasındaki çelişkiye dikkat çekip, sermaye bahsini kısa kesiyoruz. Kesmesek ne olacak, işte 2010 dünya kupası, Güney Afrika saçmalığıyla başladı. AB`nin, BM`nin süslü püslü Afrika`sı. Folklor ve vuvuzela dışında bir nane görmedik televizyonlarda. Yoksul halk ve futbol nerede? Nerede aşına aşına toza dönüşen toprak sahalar ve zenci kemikleri? Para, 2016 Avrupa Şampiyonası`nı Türkiye`ye “bir dahaki sefere koçum” diyerek Fransa`ya verdi.

Sonuç olarak; işte bir tarafta futbolu bir inanç, bir siyaset, bir şiir gibi yaşayan halklar, varoşlar, işçiler, banliyöler; bir tarafta da futbolu gösteriden, şovdan, estetikten, hazdan ibaret yaşayan zenginler, züppeler, Avrupalar.


Ali Düz'ın Yazısı.