Bırakın naz yapmayı. Hadi toplayın bavulunuzu gidiyoruz. Köye gidiyoruz. Kapitalizmin erişemediği, motor seslerinin, trafiğin, duman kusan fabrika bacalarının, mahremiyeti bitiren iç içe girmiş apartmanların olmadığı topraklara gidiyoruz.

“Kanka neredeydin bu yaz?

- Bodrum`daydım be abi n`olsun. Sen n`aptın?

- Ben de Kuşadası yaptım arkadaşlarla işte. Takıldık.”

Son yılların en sıcak Ramazan`ında, serbest piyasada bu konuşmalar dönüyor. Herkes gittiği tatil beldelerini anlatıyor. Bodrum, Fethiye, Kuşadası, Çeşme, Ayvalık, Altınoluk vs. İçerik de doğal olarak plajlar, deniz, ortam, tekne turları, oteller, pansiyonlar, hosteller, tatil köyleri. Hatta bazılarımız sırf Facebook’a fotoğrafını koymak için göstere göstere yapıyor tatilini. “Feyslik fotoğraf” kavramı var artık, hayatımızın büyük bir kısmında ölçü bu.

Tatil demişken, en son köyünüze ne zaman gittiniz? Kaç yıl oldu üç mü beş mi? Bayram mıydı yoksa? Ya da akrabalarınızdan biri vefat etti de, cenazesine mi gittiniz? Büyükanneniz de ikametgâhı aldırınca öteki dünyaya, artık gitmeyi bıraktınız mı?

Yaz tatili dendiği zaman sizin de aklınıza sadece deniz mi geliyor? Özlemiyor musunuz? Horozların kendilerini tenor sanarak verdikleri küçük resitalin ardından gerinerek uyandığınız günleri... Çılgın ve anlamsız kahkahalar ve ucuz müziklerle uyanmak daha mı hoşunuza gidiyor? Mazoşist miyiz? Taş çatlasa iki haftalık bir zevk için dünya para harcıyoruz. Kulağını deldiren erkekleri dışladıkları gibi cüzdanı deldiren biz müsrifleri de dışlarlar yakında.

Bodrum’da yapılan 3 günlük bir tatil, ulaşım dahil 600 lira tutuyor. 600 lira… Asgari ücretin 760 lira olduğu bir ülkede gerçekten iyi para. Bu parayı vicdanı sızlamadan verenler var gerçekten, ve çok yakınlar size. Bu çılgınlar otobüste yanınızda oturan teyze, bakkaldan ekmek alırken önünüzdeki adam, belki de size mendil satmaya çalışan genç bile olabilir. Varlar yani. Ve tatil yaparken harcanan paranın bir özelliği vardır. Genelde tatil bittikten sonra beyin kemirir. Bir mahzunluk çöker insanın üzerine. “Keşke”lerle başlayan cümleler kurulur zihinlerde…

Köyümüz varken neden bu kadar harcama? Ödenen bedel yarı yarıya düşecektir emin olun. Tamam belki aynı tadı vermez, ama daha bir ferahlatır insanı. O kadar ki, yoga bile yapsanız, belki bu kadar huzurlu olamazsınız.

Bırakın naz yapmayı. Hadi toplayın bavulunuzu gidiyoruz. Köye gidiyoruz. Kapitalizmin erişemediği, motor seslerinin, trafiğin, duman kusan fabrika bacalarının, mahremiyeti bitiren iç içe girmiş apartmanların olmadığı topraklara gidiyoruz.

Sloganı "the freshmaker" olan mentostan bile "fresh" bir hava karşılar sizi önce köye girince. İçinize çektiğinizde belki sigaradan kafayı bulmuş ciğerlerinizi bile temizleyecek doğallıktadır. Sadece tezek kokusudur biraz mideyi kaldıran, ki o da deodorant kullanmayan insanların iğrenç ter kokularının yanında “Imperial Majesty”(dünyanın en pahalı parfümü) kalır.

Entelliğinizi ve şehirliliğinizi bozmak istemezsiniz önceleri. Ottan çöpten sakınırsınız. Paşa dedenizin yalı bahçesine benzemez çünkü yollar, tezeklerin ve toprakların oluşturduğu saygıdeğer çamurlar vardır. Sonra bakarsınız ki, burada yaşayan insanların da sizden farkı yok fizyolojik olarak, siz de onlara uyarsınız. Aynı kaptan yiyen insanların ölmediğini görünce, artık tiksinmezsiniz de yemeklerden.

Adaptasyon süreci de tamamlandıktan sonra sıra her saniyeden zevk almaya gelir. Ağaçlarla konuşup, tavuklarla yarışırsınız. Köy kahvesinde okeye dördüncü olur, kahvecinin nefis çayından içersiniz. Dağlarda “trekking” yaparken, bir çobanla karşılaşırsınız. Heybesinden bir satranç takımı çıkarır ve “çoban matı”nın nereden geldiğini anlarsınız. Canınız çok mu yüzmek istedi? O zaman atlayın dereye. İnsanı çivi gibi yapan soğuk sulara bırakın kendinizi. Yalnız dikkat edin, soğuması için bırakılan karpuzlara çarpmayın.

Köyde her şey organiktir. Ve gün geçtikçe daha da organikleşmektedir. İnsanları organiktir bir kere. Gençler zengin olmak umuduyla şehre ya da kasabaya göçtükleri için genelde yaşlılar vardır çünkü. Size hangi kızı nasıl tavladığını, hangi barda nasıl “koptuğunu”, nasıl “mevzu” yaptığını değil eskileri anlatırlar. Delikanlılığı, namusu, dostluğu, kısacası insanlığı anlatırlar.

Evler butik bir otelden daha butiktir. 24 saat sınırsız güler yüz, samimiyyet ve odun ateşinde pişen çay… Full otomatik merdaneli çamaşır makinesi doğal kirlerle kirlenmiş kirlilerinizi yıkamak için hazırdır. Evin alt katındaki ahırdan gelen hayvan sesleri, sizi gülümsetir. “Apaçi müzikleri” duymaktan iyidir. Mutfağa girdiğinizde ise manava girmiş gibi hissedersiniz kendinizi. “Ohoo. Bunlar ne böyle teyze, bütün tarlayı yığmışsın buraya.” diyecek olursunuz, teyze gülümseyerek “Geldiği yeri gör bir de evladım” der teyze ve gidersiniz ve dalından koparmanın o eşsiz zevkini tadarsınız. O kadar lezzetlidir ki, arada parmaklarınız da çatır çutur gidebilir. Tezgahlarda satılan modifiyeli yiyeceklerin “harbisi” buralardan gelir işte.

Bunlar kulağa hoş geliyor değil mi? Her şey on numara gözüküyor. Emin olun, gönlünüze ve cebinize de hoş gelecek. Gavur Avrupa’dan kalkıp geliyor da biz kalkıp gidemiyoruz. Haydi gelin köyümüze geri dönelim. Belki Fadime de oradadır. Belki düğüne denk gelir bir de halay çekeriz. Yoksa “İstanbullu” musunuz? Affedersiniz ben yanınızdaki arkadaşa söylemiştim…


Mahmud Sami Erdem 'ın Yazısı.