Bir Bayram Programı Teklifi
“97 yaşındayım yavrum. 24 senedir buradayım. Kızım verdi beni buraya; ayaktaydım o zaman bile. Aman işte getirdi verdi işte yavrum, sorma gerisini. Çok ağladım, çook... Ama zaman geçti, o kızım düştü elden ayaktan. Dediler ki yavrun perişan. Konuştum müdür oğlumla, sağ olsun aldı getirdi kızımı yanıma. şimdi ona yine, ben bakıyorum…”
Meşhur bir soruya, belki de anlamındaki ezikliği ve hüznü giderecek bir cevap bulmuştuk.
“Nerde o eski bayramlar?” diye sızlanana, “İşte! Burada! Hem de yeni versiyon!...” diyebilme durumuydu bu.
Aile içerisinde, oturduk bir gün, sırf bunu düşündük, bunu konuştuk.
Her sene - her sene bundan mı yakınacağız? Hep bir önceki bayramın özlemini mi çekeceğiz?
Çağın kekremsiliğinde kaybolup gitmiş bir bayramı bir defa daha mat yaşayıp, kanat takmadığımız bir lezzetin, gönül ufkumuza doğru havalanmasını mı bekleyeceğiz öylece?...
Jimnastiğin tüm hareketleriyle fikirlerimizi hem-hal ettikten sonra, şöyle geriye doğru yaslanıp neredeyse hep bir ağızdan:
“-Hayır canım ne münasebet?” deyiverdik…
Hani, öyle diyorum ama, yanlış anlaşılmasın, hep bir ağızdan dediğim, aslında sadece eşim ve fakir…
Böyle cesur bir çıkışın karşısına yine kendimiz koskocaman bir soru koyduk:
“- Peki, ne yapalım da, bir sonraki bayramı bize özletecek bir bayram yaşayalım?”
Dilendik, “O” da diledi ve bir yol bulduk elhamdülillah… En azından, daha güzelini bulana kadar, en güzelini...
Şükür, dedik… Tuttuk şükrün elinden…
Üzerimizde bulunan, paha biçilmez nimetlerin temeli üzerine bir bayram inşasına kalkıştık.
İşte biz, bu minval üzere, yaklaşık beş yıldır, bayramlarımızı şöyle geçiriyoruz:
Önce, aile büyüklerimizi ziyaret ediyor, onlarla bayramlaşıp bir müddet hizmetlerini görüyoruz.
Uzakta bulunan özellikle birinci dereceden yakınlarımızın da bayramlarını telefon görüşmeleriyle tebrik edip dualarını aldıktan sonra, ebeveynimizden izin isteyip bize katılmak isteyenlerle beraber bir takım özel ziyaretlere çıkıyoruz.
Rabbimizin bize verdiği sağlık nimetinin şükrü ve hasta olanları görmede alınacak ibrete binaen, rasgele bir devlet hastanesine gidip hasta ziyaretlerinde bulunuyoruz.
Hiç kimsenin kimsesi değiliz… Bir etiket, kartvizit ve unvanımız yok…
Ama herkes bizi kendisinden sanıyor. Önce bir şaşkınlık, uzaktan, hatırlanamayan bir akraba zannı, hakikati öğrenince asıl maksada yönelik reklam sorgusu ve gerçeklerin ardından nemlenen gözler…
- Hoş geldiniz, pardon siz kimdiniz, akrabayız sanırım ama?…
- Hayır, biz sizi tanımıyoruz; ziyaretinize geldik.
- ?!...Peki kimin adına geziyorsunuz? Dernek, vakıf, parti?...
- Biz sadece Allah rızası için buradayız…
- Allaah…
- Evet sadece Allah rızası için… Geçmiş olsun. Allah acil şifalar versin. Buyurun şekerimizden alın…
Bir dizi, moral motive edebiyatı, gülümsetme çalışmaları…
- ?!...
Gerçek, inanmış, duygulu, müteşekkir bakışlar… Mahcup bir edâ… Uğurlamak için ayağa kalkmaya kalkışan ameliyatlı hastalar… Genç, yaşlı, hanım, erkek…
Dışarıdaki insanların gülüp eğlendiği bu özel günde, inim inim inleyen yaralı, ameliyatlı, sancılı, dertli bu insanlardan en az bir kaçından ne acıdır ki şu cümleyi duyabiliyorsunuz:
“-şuna bak, saat 10 oldu daha kendi evlatlarım piyasada yok… Elin evladı, anne babasından hemen sonra hem de tanımadığı hastalara koşmuş… Hem de Allah rızası için…”
Bir defasında, beraberimizde bulunan yakınlarımızdan birine, bir yaşlı teyze, gruba önderlik eden kişi fakir olduğundan, önde yürüyen olarak gördüğü için, “yavrum, bu milletvekili hangi partiden?” demişti de, manidar tebessümlere gark olmuştuk…
Ortopedi, kardiyoloji, genel cerrahi, çocuk, yetişkin… Hangi ünite denk gelirse, bayramın ilk gününün yarım saat - kırk beş dakikası işte böyle geçiyor…
Oradan, huzurevine geçiyoruz. Gençlik nimetinin, bakalım ne kadar idrakindeyiz?
Bu sefer bayram şekeri ikramımızın yanına özenle paketlenmiş küçük hediyeler ekleniyor.
Önce yöneticilere uğrayıp müsaade ve gönül alıyoruz. Zaten bayram günü ziyaret serbest oluyor ama yine de nezaketen ellerini sıkıp kucaklaşıyoruz idareci ve hizmetlilerle.
Sonra, birçoğu bekleme salonunda ellerini öpecek yakınlarını(!) bekleyen yaşlılarımızın birer birer ortamlarına dağılıyoruz. Hürmetle ellerinden öpüyor dualarını alıyoruz.
Bu öyle bir coşku ki…
Tiril tiril giyinmiş hepsi… En beyaz örtüleriyle örtünmüş teyzeler, eşkenar üçgen bağlanmış olgun renk kravatlı amcalar; nineler, dedeler…
Hep şükür var dillerde. Onları asıl mutlu eden bu… Şükür bilinci...
Yoksa yüzlerdeki mutluluk sanılan görüntülerin neredeyse tamamı fason...
Aralarında, size en son bestesini yaptığı türküsünü okuyan mı dersiniz, daha hiç görmediği torunlarına atkı ören mi dersiniz, bir köşede öylece oturup sessizce bekleyen, tebessümüyle uzaktan bayramlaşan, hanım misafirlere yemek ve tatlı tarifleri vermeye çalışan, siyasi hatıralarını etrafındakilerle paylaşan, sizinle beraber biraz yürümek, sohbet etmek isteyen mi dersiniz… Kimler var orada kimler…
Bir nine diyor ki:
“97 yaşındayım yavrum. 24 senedir buradayım. Kızım verdi beni buraya; ayaktaydım o zaman bile. Aman işte getirdi verdi işte yavrum, sorma gerisini. Çok ağladım, çook... Ama zaman geçti, o kızım düştü elden ayaktan. Dediler ki yavrun perişan. Konuştum müdür oğlumla, sağ olsun aldı getirdi kızımı yanıma. Şimdi ona yine, ben bakıyorum…”
Bayramı çok seviyor onlar. Hiç tanımadıkları, tanışmadıkları evlatlarına ellerini uzatma bahtiyarlığı yaşıyorlar çünkü. Bu, belki de, bir cennet buluşmasının provası onlar için.
Size sarıldıklarında, göğüslerinde çırpınıp duran kalplerinin özel hasretlerini hissedebiliyorsunuz.
İkramımızı asla geri çevirmiyorlar. Şeker hastalığı bulunanlar bile, mutlaka bir şekeri alıp koyuyor cebine. Sonra bakıyoruz, o şekerle, ziyarete gelen ailelerden birinin küçük yavrucağını sevindiriyor.
Hele hele küçücük bir hediye, bir – iki damla gözyaşı nakşıyla işlenmiş gülen bir yüz sunuverir bize.
Bayramımız iyiden iyiye bayram olur…
İstemeye istemeye ayrılırız oradan.
Şimdi sırada, Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi var. Akıl nimeti…
Daha giriş kapısında karşılanırız. Bahçede bulunması yasak olmayan hastalar sadece ve sadece bir tek maksat için karşılarlar bizi:
Sigara veya sigara parası istemek için… Ne acı…
Boş boş saatlerce etrafı seyredenler, ne konuştuğunu bilmeyenler, ağlayanlar, durup durduk yere kahkaha atanlar, başını okşayan annesini, puding yediren babasını tanımayanlar, krize girenler, krizden çıkanlar, daha neler neler…
Burada, neredeyse hiç kimseyle sohbet etme şansımız olmaz. En yüksek tahammülle, sorulan her türlü, ama her türlü soruya en uygun cevabı bulabilme gayreti olacak…
Kimisi bahçede, kimisi odalarda, kimisi koğuşlarda, kimisi de…
Demek ki büyüklerin dualarında, aklın son nefese kadar başta olması muradı ne kadar önemliymiş…
Rûhi ve hatta neredeyse bedeni göçükler yaşarız burada hep. En son, bir “deli” çözüverir gönlünüzde düğümlenen tüm ilmekleri:
“Allah var, problem yok…” Güler misin ağlar mısın?..
Geçeriz oradan, kabir ziyaretine…
Uzun söze ne hâcet… İşte ibret.
Aslında insanın, Allah göstermesin böyle yerlerden uzak etsin, ömür içerisinde hastaneye, huzurevine ve ruh sağlığı hastanesine düşme durumu olmayabilir…
Ama burası başka… Her insan, kabir hayatıyla karşılaşacak. Ve bu hayatın hangi gün başlayacağı da ancak Yaratan’ımız tarafından biliniyor.
Bir bayram günü bile başlayabilir bu yolculuk.
Bayram gibi özel bir günde kabirdekileri ve kabir hayatını hatırlamak manidar gelir hep bize…
Önce akraba, yakın ve dostlarımızı ziyaret ederiz bir bir… Getirdiğimiz hediyeleri bağışlama ile takdim ederiz başuçlarında. Topraklarının bakımıyla ilgilenme bahanesiyle toprağa alıştırmaya çalışırız tenimizi.
Belki sıra dışıdır ama zaman zaman da hiç tanımadığımız birkaç bakımsız kabrin etrafının bakımını yaparız.
Tefekkür diz boyudur orada.
Hem bayram günü de olsa, genelde bir iki cenaze ile karşılaşır, gasil hizmetinde bulunma, cenaze namazı kılma, tabuta omuz verme ve mevtanın üzerine bir kürek toprak atma fırsatı buluruz.
Kendi kendimize bakarız kaçamak bakışlarla.
Hâla dünya hayatındayken, önünde durduğumuz şu toprağın öte tarafındaki ahiret hayatına neler biriktiriyoruz?
Bayram…
Hani, nerede?
Mâsivayı delip geçen bakışlarımız olsa da seyredebilsek o bayramı…
Avucumuzun içine alıp sıktığımız şu toprak, suladığımız çiçekler, budadığımız çam ağaçları, okuduğumuz Kur’an, alıp götürür bizi belki diye ümit edip duruyoruz işte…
Gitmek lazım, görmek lazım, görüşmek lazım… Dinlemek ve düşünmek lazım…
Bayram çok güzel ama evde oturup beklemek veya beklenilen evlere gitmek çok sıkıcı…
Bayramı “bayram” özlemiyle bayramlaştırmak lazım.
Bu anlattıklarımı fikir olarak ilk defa ortamlarımıza taşıdığımızda pek taraftar bulamamıştık ama şimdi elhamdülillah birkaç araç topluca ziyaret organizasyonları da yapıyoruz.
Hararetle tavsiye ederiz, ısrarla…
Bu ziyaretlerden eve döndüğümüz vakit, gerçekten üzerimize çöreklenmiş bir tuhaflığı uzun süre üzerimizden atamıyoruz…
Belki de tüm yaptıklarımızla, hocamızın, hayat gündemimize dahil ettiği muhteşem bir ifadenin içini, yine kendi himmetleriyle doldurmaya çalışıyoruzdur…
“Mâtemlerin Civarında Bulunmak”
En mutlu günlerimizde…
Özellikle…
Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.