Bu aralar evden dışarı çıktığım yok. Patisine diken batmış kediler gibi ortalıkta dolanıp duruyorum. Bahçede kocaman bir badem ağacı var. Üzeri çağla dolu. Çocukken bir tane koparmak için nasıl da çabalardım; hoplar, zıplar, taş atar, ağaca tırmanmaya çalışır o yeşil çağlanın ağzımda dağılacak tadını düşündükçe ağacın çevresinden ayrılamazdım. Şimdi market reyonu kadar yakın olan ağacın dallarına dokunasım yok.

Özgürce uçan kuşlara inat kafesindeki salıncakta sallanmayı marifet sanan tüysüz bir kanarya var içimde. Renk değiştirmeye üşendiği için gri renk en güzel renktir diye saçmalayan bir bukalemun var. Yorgun ve umursamazım. İnceldiği yerden kopsun diyorum, biz düğüm attıkça çelik konstrüksiyonlarla yamadıkça gözünü sevdiğimin ipi anneannemin ibrişim oyalarına dönüyor. Sanırım kurduğum hayallerin çoğu ütopya… 18 yaşımda aldığım “her durum ve koşulda kendin olarak kalabilme” kararı gün geçtikçe imkânsızlaşıyor. Artık yoruldum ve fazla bir şey istemiyorum. Dünyanın üçte birini kurtarsam yeter…

Geçen gün doktora gittim. “Stres yapma saçın o yüzden dökülüyor” dedi. (Hangi doktordan çıksam içimde aynı soru dolanır; bu doktorlar her hastalığın sebebini strese bağlamak için mi onca sene okuyorlar. Kocakarılar bile ilaç verirken daha fazla tespitte bulunuyor; “İstanbul’un yangınına, Anadolu’nun salgınına uğramışsın, terkibi meçhul macun yutmuşsun gibi… :) ) Daha sonra doktor bir dost gibi usulca “kaynanan mı var” diye sordu. “kaynar kazana atılacak kocaman bir dünyamız var daha ne olsun” dedim. Cevap vermedi, sadece “aman canım dünyanın yükünü sen mi çekeceksin” bakışı ile baktı. Ben de ona “insana sığana kâinat, kâinata sığmayana insan denir” bakışıyla baktım. Gayet kısa bir bakışma oldu.

Stres… Oysa ben kendimi mutlu sanıyordum. Arada sıkılıp bunalsam da tutunduğum dalların sağlam olduğunu bilir ve rahatlarım. Belki doktorun stres dediği şey yeni bir şehre taşınmanın verdiği huzursuzluk olabilir. Taşındığım yer aslında o kadar da kötü değil. Komşularım iyi insanlar. Üst katımda geçerken suratıma bile bakmayan, balkondan poşetleri karşıdaki çöp konteynırına atma denemeleri yapan “bayan naylon torba” oturuyor. Yan tarafta Nihat Hatipoğlu’nu halife sanan başka bir bayan. Sitede 24 saat gürültü patırtı. Atletli amcalar, taze çim görmüş tekeler gibi zıplaşan çocuklar, gün boyu müzik yayını… Uyku ile aram zaten iyi değildi hepten açıldı. Sabaha kadar zombi gibi geziyorum.

Dışarıya çıkmaya da üşenir oldum. Bu yüzden bol bol temizlik yaptım. Evi barkı kırkladım. Ev kirlenmesin diye kıpırdamıyorum bile. Eve sinek girse ayağına galoş giydireceğim… O derece yani.

Bugün biraz televizyon izleyeyim dedim. Öğlene kadar ucuz ahlak pazarlayan programların yerini, öğleden sonra kazandırdığı ahlakı harcayan programlar alıyor. Zavallı bir sürü kadın bir gözüyle ağlarken bir ayağı ile dans edebiliyor. Boyalı cilalı kadınlara erkek spikerler bir buçuk metreden fazla yaklaşamıyor. “Höh” deseler karşılarındaki kadınların cilası çizilecek, kirpiği dökülecek, postişi uçacak. Evlendirme programlarında birbirinin ağzını yırtan had bildiren vezne kılıklı adaylar “dürüst” insanı ararken dürüstlüğün içini boşaltıyor.

Aman canım haber falan izle sen de değil mi? Kim kimi ötekileştirmiş, kim kimin yoğurduna ekşi demiş onlara takıl. Üç vakte kadar ülkenin nasıl yıkılacağını anlatan senaryoları dinle. “eğitim şart” diye kıvranan kadınların başörtülü kızlara nanik yapışından sosyolojik tespitler çıkar. En samimi Kürt arkadaşını sırf birileri öyle istedi diye ötekileştir. Medyanın burnuna soktuğu “bir sağcı ile bir solcu bir araya gelip kestane bile çizemez” hinliğini tablet tablet yut.

Eyvallah ülkemiz yekpare aynı fikir ve düşüncede insanlardan oluşmuyor olabilir. Farklı kimliklerin oluşturduğu süspansiyon sıvısı ara sıra kabına sığmıyor da olabilir. Ama gırla ortak noktası olan bir milletiz biz. Misal on beş milyonumuz yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Taksit taksit savaşıyoruz krizlerle. Hepimiz o kot pantolonu illa almak o cep telefonuna 700 milyonu bayılmak zorundayız. Tüketim kuklaları ve kapitalizm armutları olarak aynı sepetteyiz. Misal hepimizin ataraks kullanmak için tonla sebebimiz var. İğrenç müzikleri kendimiz seviyoruz diye herkes dinlesin istiyoruz. Kitap okuyanlar hanesi yerine meydan okuyanlar hanesine yazılmak başka bir ortak noktamız. Aslında iyi insanlarız bir de okumadığımız kitabı eleştirmesek, gitmediğimiz filme sille tokat girişmesek, tanımadığımız insanlara önyargılı davranmasak, tadına bakmadığımız yemekten tiksinmesek…

Birileri ufak tefek sürtüşmelerimize bakıp bizi ötekileştirdiğini sanıyor. Oysa ötekileştirmek “başka fikirleri kendi fikirlerinin düşmanı olarak görmek, kendi fikrinin başka fikirlere saldırdığın sürece var olacağına inanmak” demek. Ha ciddi ciddi böyle düşünen ve arkasında milyonların olduğunu savunan ve hurra diye bağırınca kitleleri ayağa kaldıracağını sananlar yok değil. Ama kitleleri “hadi komşunu boğazla” diye göreve çağıranlar ancak içlerinde zaten “barbarlık ve ebedi kin” olan milletleri meydana dökebilirler. Misal Sırplar gibi, Yahudiler gibi… Biri çıkıp hadi komşularınızı kesin dese “hadi len” der geçeriz biz. Bunu reflekssen yaparız. Böyle yani. Fikirleri öteleştiremeyecek kadar fikir sahibi olmadığımızdan değil “din” gibi bizi sorumluluk sahibi olmaya çağıran bir dinamiğimiz olduğundan.

Her hakkı sahibine verin diyor dinimiz. Yani sırf bu düşünce bile ötekileştirme, toptan reddetme kökünü kazıma gibi düşüncelere yumruk olup iner. Seçici olmayı ve makul hareket etmeyi öngörür dinimiz. İşte bu yüzden Firavunların sarayındaki Asiyeleri gördüğümüz gibi bir âlimi de yaşadığı yer, alan, ölçü gözetmeksizin toptan yüceltip kutsamayız. Hz. Musa’nın peygamber olmadan önce elinden çıkan kazayı, Hz. Yunus’un görev yerini bırakışını, Hz. Âdem’in cennetten çıkışını, Hz. Lut’un asi karısını, Hz. Nuh’un oğlunu bir bütünden seçer üzerinde düşünürüz.

Ben burnum sürtüle sürtüle anladım ki fikirlerimizi ona buna kabullendirmek taraftar toplamak zorunda değiliz. Herkesin gözü var, kulağı var. Önce kendimiz bir inanalım. “İndir o elini” formatından bir çıkalım.

Ötekiymiş ne ötekisi… Dış mihrakların gözünde millet olarak topumuz ötekiyiz zaten… Dışarıda çağlalar salkım saçak dururken, bir yazar olarak stresim tavan yapmışken ve elimi kolumu kaldırmaya mecalim yokken iki saattir “durun siz kardeşsiniz” yazısı yazdırıyorsunuz bana… Üst katında “naylon torba” oturan biriyim ben. İstesem yazı yazmayı bırakıp çıngar da çıkarabilirim. Ama bakın yapmıyorum. Yoksa kadının bir ötekileştirmelik canı var…


Ayşegül Genç'ın Yazısı.