Yunus Emre Tozal

Siz Adamı Gülmekten Öldürürsünüz, Düş Macunu, Hepimus İnsanuz, Gülme Başına Gelir Komşuna adında kitapları ile hoşça ve tebessüm dolu surat ifadesiyle vakit geçirebileceğiniz kitapların sahibi yazar. Minnesota’dan mülhem Gerçek Hayat dergisinde mizahi yazılar yazan, ironik, şaşırtan, afallatan yazıları bulunan, ne yazarsa yazsın onu okumamızın ve takip etmemizin farz olduğu bir yazarımız. Carpe Diem kitap’ın değerli yazarlarından biri o. Kimi zaman otobüste kavga eden iki insanı gözlemleyen, kimi zaman minibüste şoföre laf yetiştiren bayanı tahlil eden, kimi zaman “kuyruk” kurbanı adamı anlatan, kimi zaman bir mahallenin engin hayal gücü okyanusunda yüzen sakinlerini anlattı bizlere. Uzaklardan değil, bizden bir Mine Sota… İçinizden, hayata mizahi bakış açısıyla baktığınız anlarda doğrulan ve mizahi bakış açısıyla hayatı kısa tahlillerle anlamanıza yardımcı olan kişilik. Mine Sota ile Son Kitabı gerek hayat gerek son kitabı “Bi’şey söylüycem ama gülmek yok..!” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik, kısık ateşte bir taşın fokurdayan sesiyle sımsıcak bir sohbete buyurun:

İnsanların kendilerine sorulan “kendinizi tanımlarsınız” sorusuna, 500 milyarlık kazık bir soru sorulmuş gibi bir an zınk diye durarak, kendilerini tanımıyorlarmış gibi “ıııııı..!” diye düşünerek hemen yanıt verememek gibi bir durumları vardır. Siz de ııııı’layanlardan mısınız? Bu soruyu size sorsak ne cevap verirsiniz?

İnsan koskoca bir kâinatın çok küçük bir zerresidir. Bu açıdan bakarsak gözle dahi görülemeyen ufacık bir mikroorganizmayım. Bu ufacık organizma ucu bucağı belli olmayan evreni aklına sığdırabilir. Milyonlarca yıldızı barındıran güneş sisteminin benden haberi bile yoktur ama benim ondan haberim var. Bu açıdan bakarsak kâinattan büyüğüm. Bunca akla rağmen kalbimi kendim attıramayıp, ömrümü uzatamadığım için ben bir faniyim. Hangi açıdan bakarsak bakalım yaratılmış biriyim. Ve sahip olduğum kabiliyetleri doğru yolda harcamam gerektiğine inanan, çimenlere basmayan, vergisini ödeyen, haklıyım da haklıyım diye insanlara hak iddia etmeyen, her insan gibi arada bir sinirlenen ama çabuk sakinleşen bir insanım. Bu soruyu sorduğunuza soracağınıza pişman etmedim umarım.

Bunun dışındakilere gelince herkeste olan şeyler işte. Müzik dinlerim, çekirdek çitlerim falan filan. Öyle dağ sporlarıyla uğraşırım, İsviçre malı saat takarım, modacılar bana bayılır gibi özelliklerim yok. Bildiğiniz insan işte.

Peki sizi en çok sinirlendiren ve sevindiren şey nedir?

Yaptığı hataları başkasının yaptığını görünce var gücüyle eleştirme ve icabında akıl verme huyu ben en fitil eden şeydir. Bunu kim yaparsa yapsın gıcık olmam kaçınılmazdır. Bunun dışında yere tükürülmesi, hayvanlara hayvanoğlu hayvan muamelesi yapılması, ağaç kesilmesi, bir ölümlü olduğunu unutup, insanlara tepeden bakarak 10 aylık falan olduğunun düşünülmesi, ben evladıma çok güvenirim diyerek çoluk çocuğun salımına salınması beni hem çok üzer, hem de çok sinirlendirir. En sevindiren şeye gelince; karşılıksız iyilik yapmak…

Şaşırtıcı, afallatıcı, yer yer gülerken gözden yaş getirtici hikâyeler yazıyorsunuz. Hayata mizahi bakış açısıyla bakarken, ibret alma nazarını kaybetmiyorsunuz. Nasıl başladı bu bakış açısı?

Bu öyle “bir köpeğim vardı, o benim her şeyimdi. Sonra bir arabanın altında böcürünce bütün hayatım değişti. Artık her şeye saf gibi gülüyorum” gibi bir şey değil. Hayatın zaten hem güldüren hem ağlatan bir kimyası var. Bakış açımında bu doğrultuda olması kaçınılmaz. Hayatı eğlenceli bir lunapark olarak dahi düşünsek, onca oyuncağa binip eğlenecek para her zaman bulunamayacağı için, o eğlenceli ortamda bile somurtuk dolaşabiliriz. Ya da dikenli sarp bir bayır olarak düşünürsek mutlaka altında gölgelenip dinlenebileceğimiz bir ağaç vardır. Ben buna inanmışım. Akla kara, ateşle buz, tatlıyla acı, gülmekle ağlamak hep yan yana yürür hayatta. Yazılarıma bunu yansıtmaya çalıştım. Olduğum ve inandığım gibi yazdım hep. Yaşarken yorgun ve üzgün olduğumuz, yeni adımlar atmaya mecalimizin kalmadığı anlarda dizlerimize derman veren bir gücün son nefesimiz dâhil bizlerle olduğuna inandım. İnsan hep mutlu olan, bu şekilde güçlenen bir varlık değildir. Asıl güç, düşmüşken ayağa kalkmaya inanacak kadar hayatın değerli olduğuna, her üzüntünün bir gün gülmek gibi bir karşılığı olduğuna yürekten inanmaktır. O ışığa âşık olmak. Güneş göreni de aydınlatır, körleri de. Artık başka ne diyeyim. Anlamak isteyene sivrisinek bile fazla…

Yaşlısından, gencine, çoluğundan çocuğuna, hatta ülke dışına çıkıp Zanzibar’lara uzanarak, herkese ve her kesime hitap eden yazılar yazıyorsunuz. Herkesin bakış açısına hitap etmek, en muhalifine bile ya valla doğru dedirtip güldürmek nasıl bir şey? Bunu nasıl başarıyorsunuz?

Yazmak içten dışa çıkan bir şeydir ve hepimizin içinde ağzına kadar insan dolu, dünya manzaralı bir pencere var. Perdeyi araladığınız zaman manzarayı görüyorsunuz. İçimizdeki dünyada ne ülkeler, ne şehirler var. Okuyun, izleyin, düşünün ve idrak edin. Oldubitti. Hem dünya dediğin nedir ki. Dünya olduğundan haberi bile olmayan bir gezegen. Bizler olmasak bomboş bir yer. Asıl dünya insanın içindeki dünyadır ve insanın olduğu yer de yazı demektir. Asıl konu bu. Çünkü herkes her yere iç dünyasıyla gider. Ve içinde ne varsa onunla yaşar. Hastanede yakını yatan üzgün birini Dubai’ de tatile yollasanız ne yazar. Gözü bile görmez. Ya da kredi kartı borcundan iflas etmiş birini Maldiv adalarına gitse ne olur. Sahilde oturup kara kara düşünür. İçimizle tanışıp, barışık olursak insanların yüreklerini görebiliriz. Tabi bir de bu durumun bizi ilgilendirmesi lazım. Ancak o zaman neyi neden yaptıklarını çözebiliriz. Doğruları içinizde muhafaza ederek, merhamet ve şefkatle, kınamadan ve kızmadan kurduğunuz her cümle direk kalbe gider. Hayata böyle bakarsanız yaşlı bir dedeyi de anlarsınız, beş yaşında ki bir çocuğu da. Bir ev kadınını da, bir kralı da. Ve ben daha çok insanların içlerindeki gariban ve yalnız yanla ilgilendim. Çünkü en kötüsünü bile masum yapan yan orasıdır.

Dünya dönüyor evet. Ama biz dönmemeliyiz. Doğrulukta ilerleyip, geriye hiç dönmemeliyiz. Mıh gibi sabit kalmalıyız. İyiliği karşılık ummadan, hatta bir teşekkür bile beklemeden yapmalıyız. Çünkü iyilik yapabilmek zaten başlı başına bir lütuftur. Dünyada bundan daha değerli hiçbir şey olamaz. Enayi densin, saf densin bu hiç önemli değildir.

Sizin söyleminizle “bir cenaze evinde ağlaşırken okumalar bitince mutfakta sigara yakılıp ölü evinde inceden yaşam muhabbet çileleri geçebilir.” Nasıl bakmalıyız hayata, çevremize, hızla değişen dünyaya?

İnsanları en kötü hataya, yani kalp kırmaya iten şey benliktir. Bir defa bunu fark etmek lazım… Dünya dönüyor evet. Ama biz dönmemeliyiz. Doğrulukta ilerleyip, geriye hiç dönmemeliyiz. Mıh gibi sabit kalmalıyız. İyiliği karşılık ummadan, hatta bir teşekkür bile beklemeden yapmalıyız. Çünkü iyilik yapabilmek zaten başlı başına bir lütuftur. Dünyada bundan daha değerli hiçbir şey olamaz. Enayi densin, saf densin bu hiç önemli değildir. Öyle diyenler karşılığını insanlardan umanlardır. Diyelim bir doktor, bir hastanın hayatını kurtardı ama parasını alamadı. Bedavaya kurtardık haram olsun. Keşke kurtarmasaydım dese nasıl olur? Ya da sadaka verdiğiniz yoksulun size teşekkür etmeden gittiğini ve sizin, bir daha mı son olsun dediğinizi? Asıl karşılık, karşılığında tokat bile yesek o iyiliği yapabilecek kadar sevgi dolu olmaktır. Ve asıl mücadele de sevgi dolu kalmak. Peki bu nasıl olacak. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görerek. Kendimize yapılmasını istemediğimiz hiç bir şeyi başkasına yapmayarak.

Dünyanın değişimi dediniz. Dünya aynı, biz değiştik. İşte dünyanın suretini kötü yönde değiştiren şey az önce bahsettiğim fiyatlandırmadır. Her şeyin dünyalık bir karşılığının olduğunu düşünmek. Paha biçilmez iyilik hasletine etiket yapıştırmak. Böyle giderse dünyayı dünyalıktan çıkaracak şey de bu olacaktır. Bu asıl afettir. Küresel kuraklık muraklık bu afetin yanında çok fos kalır. Allah’tan hala yerde ekmek görünce kaldırıp öperek alnına koyanlar, komşusu hasta yatarken gidip çorbasını pişirenler, sofrasını kurduğunda aklına aç insanları getirip yutkunanlar var. İnsanı gerçekten seven, ki bu kendimizden çok sevmek olarak tanımlanabilir, değil çevresine, tüm dünyaya bile en ufak bir zarar veremez. İçimiz yeşerdiği an tüm dünya yemyeşil olacak.

Tarihi kaynaklarda ölüyü bile güldürdüğünüz rivayet ediliyor. Sinemada, tiyatroda, köşe yazarlarında, açılışta, kapanış da, dergide, sergide, söyleşide, bakkalda, manavda, mezarda… Her yerde siz varsınız. ÖSS, OKS, YDS, SBS, KPSS, SSS, SOS, 155, 911... bunalanlar ve bunaltanlar için okunası kitaplar yazmak nasıl bir duygu?

Çok mutluluk verici. Onca insanın yüzünde gülümseme olmak mutlu etmezde ne yapar ki. Hele hele biri ağlarken, üzülüp karalar bağlarken, benim bir cümlemle gülmeye başlasa daha ne isterim. Dünyalar benim olur. Gülmek insanı tazeler. Yeniden başlama azmi verir. Valla dünyada ağlanacak o kadar çok şey var ki. Aman bir gülebilsem derseniz daha çok beklersiniz. Gülmeniz gelince gülün. Otobüs kaçmasın.

Yazmak sizin için ne ifade ediyor? Ve Mine Sota’nın çocukluk hayali miydi yazarlık, derler ya, “Ne olmak isterdiniz küçükken?”

Yazmak benim kendimi ifade etmekte en çok kullandığım dildir. Belki yazdığım kadar konuşmamışımdır. Ha, öyle otobüse binince “nerde ineceksiniz?” diye soran muavine, kâğıdı kalem çıkarıp “şurada ineceğim, kavşağı geçmeyin. Yoksa çok müteessir olurum” falan yapmıyorum elbet. Ama anlatmak söz konusu oldu mu dilim kalemdir. Kendimi bildim bileli de böyleydim. Elalemin çocukları tebeşir buldu mu normal olarak yere çizgi çizip tebeşirle karalarlardı, ben yere çömelip o ana kadar öğrendiğim atasözlerini yazardım. Çocuklardan yaramaz olanları da gelip ayaklarıyla silerlerdi. Haydi, baştan gene yazardım.

Ben büyüyünce yazar olacağım falan demedim. Çünkü bu benim için büyüyünce yemek yiyeceğim gibi bir şey olurdu. Yazmak hayatıma öyle bir işlemiş ki yazmasam çatlarım. Nefes almak, görmek, işitmek gibi birincil ihtiyacım bu benim. Ha tabi yazdıkça kalemde gelişiyor, ifade gücünüz artıyor ve insanlara meramınızı daha iyi anlatmaya başlıyorsunuz. Ben hocalarıma bakınca kendime yazarım demekten hicap duyarım. Yazanım desem daha yerinde olur. Çocukken büyüğünce ne olmak istediğimi hiç sormayın bence. O kadar çok ki bu. Kırmızı başlıklı kızdan tutun da, dalgıçlık mı desem, astronotluk mu, Ferrari pilotu mu, çaycı mı, çocuk bakıcısı mı yelpaze çok geniş.

Kitaplarınız okunduktan sonra dertlerimizi kaldığımız yerden çekebilme gücümüzü arttıran ve gerçekçi gülüşlerle yola devam azmi veren sadık bir yol arkadaşları. Yeni Kitabınız “Bi’şey söylüycem ama gülmek yok..!” hakkında neler söyleyeceksiniz?

Önce derin bir iç çekeyim. Sonra anlatmaya başlayayım. Bu kitabım Marsa giden bir otobüs anonsuyla ve uyanıp, akşam yan komşunun bodrumuna saklanmış zavallı bir uzaylının bodrumdan çıkarılarak mahalleli tarafından tartaklanmasıyla biten bir günün hikâyesi. Arada geçen zamanda olan bitenleri ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Hepsini okurların gönlündeki o güzel yere bırakıyorum.

Bu kitabı, ister simitçi olsun ister padişah, herkesin kendisiyle baş başa kaldığı bir anda hissettiği o gariban yandan bakarak yazdım. Asıl dünya oradan görünüyor. Normalde yanımızda olup bitse göremeyeceğimiz şeyleri olduğu gibi göstermeye çalıştım. İçinde adı geçen kahramanların hepsi bekli de herkesin hayatında farklı isimlerle yaşayan tiplerdir. Kimsenin yabancılık çekmeyeceğini umuyorum. Okuyan herkesin kendini okuyacağına inanıyorum.

Bir şeyi bizim için var ya da yok eden, o bakmakla görmek arasındaki farkı ortaya koymaya çalışarak, hayatı olduğu gibi ayan beyan anlatmaya gayret ettim. Herkesin kendince haklı olduğu bu dünyada, insan sevmenin ekmek su hava gibi birincil bir ihtiyaç olduğunu anlattım. Bir hayat içine sığmış bir sürü hayatın traji-komik hikâyesidir bu. Okuyanların da okumayanların da ömrüne bereket. Herkese yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.


GENÇ'ın Yazısı.