Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’deki Konya’sını ilk okuduğumda, ‘Üstad ne kadar da tarihe boğmuş Konya’yı!’ diye düşünmüştüm. Konya’daki tarihî anlatım ve vurgular İstanbul’dan bile daha yoğun gelmişti bana. Daha sonraki okuyuşlarımda anladım ki Konya gerçekten bir tarih meşheri. Bu kadim başkentin tarihini anlamadan, bir dönem İslam tarihini, Anadolu tarihini, sanat, edebiyat, maneviyat tarihini, hatta Osmanlı tarihini anlamak mümkün değil.

Bir tarafta İslam dünyasını yüzlerce yıl uğraştıran Haçlı saldırıları, öbür tarafta Anadolu’yu kasıp kavuran Moğol istilası.. Bütün bu hercümerç içinde, maneviyat ve mimaride yepyeni bir soluk, yepyeni bir atılım.. Bir tarafta Mesnevi, Divan-ı Kebir gibi şahika eserler doğarken öbür tarafta Sırçalı, Karatay, İnce Minare medreseleri gibi zirve eserler doğuyor. Yine Tanpınar’ın benzetişiyle Selçuk rönesansı, vakitsiz bastıran kar fırtınaları altında yeşeren baharlar gibidir.

İşte Alaaddin tepesindeyiz. Bir dönem Anadolu’nun kalbinin attığı yerde. Burada Alaaddin Keykubad tarafından yenilenmiş ve bugün varlığından hiçbir eser kalmamış kale, sadece bir duvarı kalmış köşk ve yine onun tarafından tamamlanmış camii ve sultan türbeleri bulunuyor.

Alaaddin Camii Selçuklu mimarisinin tipik bir örneği. Enlemesine uzayan, çok sütunlu, üstü sahanlı, ahşap direklerle örtülü.. Caminin değişik zamanlarda yapıldığı ve birbirine eklemeler yapıldığı gözden kaçmıyor. Caminin mihrabındaki orijinal çiniler dökülmüş olsa da minber orijinalitesinden hiçbir şey kaybetmemiş. Abanoz ağacından, hiç çivi kullanılmadan, birbirine geçmeli olarak, yani kündekâri usulüyle yapılan minber eşine çok az rastlanır cinsten. Caminin avlusundaki ihtişamlı türbede ise bir dönemin ulu sultanları, geride nadide eserler bırakıp gitmiş olmanın huzuru içinde uyuyorlar.

Selçuklu mimarisinin belki en karakteristik özelliklerinden biri, eserlerin çok ihtişamlı bir girişe sahip olmaları. Taç portal veya taç kapı olarak isimlendirilen bu sanat âbideleri belki en mükemmel şekline Konya’da kavuşmuştur. Alaaddin Camii ve hemen karşısındaki Karatay medresesinin taç kapıları, siyah ve beyaz mermerin mükemmel uyumundan oluşuyor. Bir sanat tarihçisi gözüyle ancak bir kitapta anlatılabilecek bu portallerde en dikkat çekici özellik, taşa kazınan ayet-i kerimeler. Mesela Karatay’ın taç kapısında meâlen: “Rabbim! Bana ve ebeveynime verdiğin nimetlere şükretmeyi ve hoşnut olduğun işleri yapmayı nasip eyle bana ve beni salih kullarının arasına kat!” ayeti, medreseyi yaptıranın ebedilik arayışını yansıtıyor.

Biraz ilerde İnce Minare Medresesinde ise bu kapı türü, gerçek bir sanat harikasına dönüşür. Bu kapıda Yasin ve Fetih sureleri birbirine geçmeli olarak nakış nakış işlenmiş taşa. Tanpınar’ın ifadesiyle, Allah kelamının büyüklüğü önünde insan talihinin biçareliği anlatılmak istenmiştir bu sanat abidesiyle. Titus Buckhard ise bunu, camiler ve diğer binalarda görülen Kur’an ayetlerinin çokluğu, İslam yaşamının bütünüyle Kur’an’dan alıntılarla iç içe geçtiğini ve görsel İslam sanatının Kur’an’ın ayetlerinin görsel ifadesinden başka bir şey olmadığını göstermektedir, diyerek anlatmaktadır. (Aklın Aynası, s. 249, 250)

Merhum Turgut Cansever, “Batı kültürünün herhangi bir döneminde Müslüman tevazusuna benzer bir (mimari) ifade bulmak zordur” der. İşte Anadolu medreseleri bu tevazunun en açık örneğidir. Bu ihtişamlı girişin aksine medreselerin içinde bir tevazu hâkimdir.

Peki bu medreselerin iç yapısı hangi unsurlardan oluşur? Medrese geniş bir hole açılır. Girişin sağında, medreseyi yaptıranın lahdi bulunur. Onun simetriğinde medrese hocasının hücresi.. Sağlı sollu öğrenci hücreleri uzanır. Girişin tam karşısında bir eyvan. Holün ortasında bir havuz. İçeride huzuru temin eden en önemli unsurdur bu. Eyvan çoğu kez çinilerle bezenmiştir. Koyu lacivert ve zümrüt yeşili klasik Selçuklu çinileriyle..

Karatay Medresesi en çok bu güzel çinileriyle dikkat çeker. Buradakiler orijinalitesinden çok bir şey kaybetmemiş gibidirler. İnce Minare medresesi, adından da anlaşıldığı gibi ince, zarif minaresiyle dikkatimizi celbeder. Maalesef bu gün o minarenin zarafetini sadece eski bir resimde görebiliyoruz. Bize çok küçük bir kısmı kalmış. Sırçalı medrese diğerlerinden farklı olarak iki katlıdır ve avlusunun üstü açıktır. Tabii hepsi ince kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş, insanın gözünü kamaştıracak bir estetik görünüme sahiptir.

Konya’nın göğsüne gerdanlık gibi dizilen Karatay, İnce Minare ve Sırçalı Medreselerinden sonra tekrar Sahip Ata camiine gidelim. Çünkü mutlaka Sahip Ata Fahreddin Ali’den söz etmeliyiz. İnce minareyi, bu camiyi ve hemen yanındaki hankâhı, Anadolu’da daha pek çok eseri yaptırmış kudretli bir Selçuklu veziri, Sahip Ata. Devlet idaresinden arta kalan zamanlarında ruhunu adeta bu mimari eserleri inşa ettirmekle dinlendirmiş bir sanatsever.

Mezarı hankâhın girişinde sağ taraftaki odada. Ben de bu yazı vesilesiyle ilk kez ziyaret ettim kendisini ve sanki onu yeni keşfettim. Aslında mezar taşında yazan, “İnsan ölür geride üç şey kalır. Bunlardan biri de sadaka-i cariye. Yani yüzyıllar geçse de insanların istifade etmeye devam ettiği hayır hasenat” hadisi özetliyor onun niyetini. İşte Sahip Ata bu nebevi iltifata nail olmuş durumda. Belki bu gün bu hankâhta kendi arzusuna uygun olarak, miskinler, suffe ehli barınmıyor ama bir medeniyetin fakire, öğrenciye nasıl sahip çıktığını gösteriyor, adeta eğitiyor bizi. Sadece o mu, şu mimarideki, güzellik, zevk, incelikle bir mümin yüreğin sahip olması gereken kıvamı anlatıyor. Bu eserlerin mimarı Kelük Bin Abdullah’sa şu taşlara Kur’an’ı kazıyarak hayat veren meçhul kahraman! Onun yaptığı Sahip Ata Camii minaresinin yıllardır süregelen o öksüz halinin bu gün bir parça giderilmiş olması gerçekten sevindirici!

***

Elbette Konya’da sadece Selçuklu dönemi eserleri bulunmuyor. İşte Mevlana Türbesinin bitişiğinde Sultan Selim Camii. Osmanlının en ihtişamlı döneminde II. Selim tarafından klasik Osmanlı mimarisine göre yaptırılmış. Hükümet meydanında Şerafettin Camii bir başka Osmanlı eseri. Aziziye Camiini mutlaka görmeliyiz. Çünkü onda başka bir renk, başka bir zevk var.

Camii Sultan Abdülaziz döneminde yenilenip tekrar inşa edildiği için bu adı almış. Osmanlının son dönemlerinde Batı tarzında gelişen barok- rokoko stilinde. Ancak kiliselerin boğucu karanlığından eser yok bu camide. Aziziye’nin barok’u ortaçağın karanlık katedrallerinin değil, Doğunun ışığıyla, Endülüs’le aydınlanmış barok’un bir tezahürüdür, desek mübalağa etmiş olmayız sanırım. İçerisi gayet aydınlık, günlük güneşlik. Caminin pencereleri kapılarından daha büyük. Bu aydınlık ve huzur oryantalist Ernest Renan’a şu itirafı yaptırmış gibidir: “Hiçbir zaman bir camiye güçlü bir coşku hissetmeksizin, hatta itiraf edeyim, Müslüman olmadığıma hayıflanmaksızın girmiş değilim!”

Konya camilerinin son halkası çağdaş döneme ait, Hacıveyiszade Camii. Sanat tarihçilerinin kimi eleştirileri olsa da ben çok seviyorum bu camiyi. Belki de adından, adını aldığı zata duyduğumuz derin sevgiden ileri geliyor bu. Hacıveyiszâde Mustafa Efendi merhum, Konya’nın manevi mimarlarından. Hatta ona Konya’nın ikinci Mevlana’sı denmiş. Gerçekten bugün bu şehirde onun geride bıraktığı maneviyat ciddi anlamda hissediliyor.

Hoca efendi öncelikle aldığı üst düzey eğitimle dikkat çekiyor. Önce medrese usulüyle alınmış icazetnameler... Sonra Islah-ı Medaris adıyla açılan kolej hüviyetindeki bir okulda öğrencilik.. Burası, Batı dilleri yanında beşeri ilimler, teknik ilimler okutulan bir okuldur. Bu okul o dönemde gerçekten müfredatı ve yetiştirdiği öğrencilerle imparatorluk bünyesinde farklı bir yürek olarak atar. Ancak I. Dünya savaşıyla birlikte öğrenciler askere alınır, savaştan sonra bir daha da açılmaz. (A. O. Koçkuzu, Konya’da Din Eğitim ve Öğretimi, s.11)

Ancak bu birikim yıllar sonra açılan İmam Hatip okullarında kendini gösterir. Hoca efendi Konya İmam Hatipte hem İslami hem beşeri ilimlerde verdiği derslerle bu okullar için güçlü bir destek olur. Deruni manevi kişiliğiyle verdiği mesajlar ise kolay kolay hafızalardan silinecek gibi değildir. Onun yetiştirdiği öğrencilerin çoğu bugün Türkiye’de söz sahibi insanlardır. Hayreddin Karaman, Ali Osman Koçkuzu, Mustafa Uzunpostalcı, Necati Yeniel hocalarımız bunlardan bazıları. Hâsılı o, Lâdikli Ahmed ağanın deyişiyle, zirvesine ulaşılamayacak ulu bir dağ. Üçler mezarlığında, ona da bir Fatiha göndermeyi unutmayalım.

***

Tarihe, mimariye dalarak unuttuk. Öğle yemeğinde mutlaka Konya’nın etli ekmeğinden yemeliyiz. Konyalının çok tuttuğu yerleri bulmak şartıyla tabii. Sanatçı Ahmet Özdemir’in tarif ettiği gibi bir etli ekmek bulmak artık zor ama yine de diğer yörelerdeki nevilerine fark atacak etli ekmek yapılıyor Konya’da. Konya’nın yemek kültürü ise bir bahs-i diğer. Ancak bir gün bin bir emekle hazırlanan o sofrada bulunursanız, aman ha en baştan ekmek ve çorbayla karnınızı duyurmayın. Sırayla gelecek yemeklerden birer ikişer kaşık tadarak sabırla bekleyin. Bir de tatlıdan sonra yemekler bitti zannetmeyin. Zira devamı gelecektir.

Şimdi Meram bağlarına gidip, Konya’nın tabii güzelliklerini temaşa edelim. Buranın bir adı Tavusbaba. Buradaki bir türbeden geliyor bu ad. Şimdilerde ise buradaki mesire yerine Aydın Çavuş deniyor. Bu zat da, burayı ağaçlandıran, bu ağaçları tutturabilmek için canla başla çalışan göçmen bir mühendismiş. (Laf aramızda dışarıdan gelen çoğu gencin yaptığı gibi buraya damat olup Konyalı olmak, burada kalmak zorunda kalmış!) Meramda bu yorgunluğun üzerine güzel bir çay içebiliriz artık.

En son Akyokuş’a çıkıp, Konya’yı görelim. Şehrin daha güzel göründüğü bir başka yer daha yoktur herhalde. Bu tepeden Konya’yı seyretmek, Büyük Çamlıca’dan İstanbul’u, Tophane’den Bursa’yı, Boztepe’den Ordu’yu, Karahisar Kalesinden Afyon’u, Mecidiye tabyasından Erzurum’u seyretmek gibi bir şeydir. Hatta en çok şaşırdığım, Kasyon dağından şam’ı seyrederken, Konya’yı seyrettiğim hissine kapılmam. Zira yön ve istikamet aynı, şehirleşme hemen hemen aynı. Orada gözlerimiz Ümeyye camiini arıyordu. Burada ise Mevlana türbesini arıyor.

Zira ikisi de şehrin baş tacı.


Mesut Kaya'ın Yazısı.