Allah Rasulü bizlere Kitab’ı ve sünnetini emanet olarak bırakıp, onlara sımsıkı sarılmamızı vasiyet etmemiş miydi?

Sizlere bu ay, iki acınası genç’in hikâyesini anlatacağım. Eğer mutlu olurlarsa dünya-ahiret paçayı kurtardılar diyebiliriz. Eğer olmazlarsa çıraları yandı.

Efendim, gençlerden biri gurbet illerde okumuş ta ilkokuldan beri. Son olarak da, İstanbul üniversitesinin o güzel, görkemli kapısının altından bir avukat olarak çıkmış. Gurbeti tatmış, aile kıymeti bilen, gözü helalde, gözlükler gözünde temiz bir genç. Diğeri üniversite kapısından girmiş girmesine de mezun ol(durul)madan çıkmak zorunda kalmış. O da ev işlerinden anlayan, az çok kitap okuyan, yazan, yaptığı yenir bir hanım kız. Hâsılı efendim, bu iki genç Allah’ın izni, peygamberin kavli ile hayat yolculuğunda adımlarımızın ritmini artık birbirine uyduralım, birlikte yürüyelim diye karar vermişler.

Adım atmasına atmışlar ama ikisi de cahil henüz. Bakın bunu iyi dinleyin, ister üniversite mezunu olsunlar, ister doktor, doçent yahut profesör, ister uluslararası konferanslar düzenleyip, bir iki kitap yazmış olsunlar, yine de yetmez. İkisi de daha “anasının vurduğu sübekle” duruyormuş. (Efendim bu deyim, henüz daha annenden yediğin o minik, şeker, şefkat tokatlarını tattın fakat hayatın akşedeceği tokatlar, aaah aah asıl onlar geride manasında bir deyimdir, genellikle evlatlarına kızan anneler tarafından kullanılır).

İşte efendim bu iki cahil gence acıyan aile büyükleri, her işlerinde onlara yardımcı olmaya karar vermişler. Öyle ya, hadi evlenelim dedikten sonraki sahnede iş çok. Ancak filmlerde olur öyle konfetiler arasından salına salına, pür-tebessüm yürüyen gelin ve damat.

Hesaplar yapılmış, kağıtlar üzerinde karalamalar, çizimler vs derken düğün tarihi için dokuz ay sonrası belirlenmiş. Aslında bir o kadar daha uzatmak isteyenler olmuş ama neyse ki kader ağlarını başka yönde örmeye karar vermiş.

Sayılı gün çabuk geçer derler ya işte o misal günler, mevsimler, msn’de çetleşmeler, cep telefonundan mesajlaşmalar, uzunlu kısalı konuşmalar gelmiş geçmiş. Düğün tarihi epey yaklaştığından nohut oda bakla sofa bir ev tutmuş gençler. Bir bu evi tutarken zaten, sadece ikisi karar vermiş.

Neyse ki ev için eşya almaya sıra geldiğinde, yardım edenleri çok olmuş. Orta büyüklükteki bir arabaya sığamayacak bir mevcuda ulaşmışlar. Mobilyanın merkezi burası ama fiyatlar el yakıyor. Başlamış büyükler gezmeye, dolaşmaya, fiyatları sormaya, tanıdıklara ulaşmaya ve evin ölçülerine göre en uygun, küçük, minyatür mobilyaları seçmeye. Sık sık şu diyaloglar geçmeye başlamış. Bak ben şu rengi çok seviyorum, çok şık duruyor, şunu al! Bak bu evi çok ferah gösterir bunu al! Ben olsam hiç düşünmeden onu alırdım! Tabi bu cümlelerim ardından öncekileri çürütmek ister gibi “sen bilirsin, ne istiyorsan onu al, biz karışmış olmayalım!” demiş durmuşlar. Sadece mobilya da değil. Bunun perdesi, halısı, koltuk kumaşı, nevresim takımı, rengi, deseni, fiyatı, inciği, cinciği var. Herkes aynı fikirde olsa yine iyi. Biri pembe çiçekli halıda ısrar eder, diğeri bej renginde. Bir başkası kahverengi olanı işaret ederken sürekli, bir diğeri klasik desenlerin olduğu standa doğru çeker. Ellerinden ve kollarından farklı yönlere çekilmek suretiyle yapılan bir işkence metodu da vardı değil mi?

İki genç akşamüzeri şöyle kısa bir vakit de olsa yan yana gelebilmişler. Esas kızımız bakmış ki, esasoğlan hiç kendisi ile ilgilenmiyor, iki çift tatlı laf etmiyor. Herhalde çok yoruldu diye düşünerek bu fikrini açık etmiş. Evet demiş esasoğlan, “çok yoruldum, gözüm hiçbir şey görmüyor”. “Beni de mi görmüyor?” demiş esas kız, “valla kendimi bile göremiyorum” demiş esas oğlan. Esas kız o anda, candan öte sevilmiyorum demek ki diye işkillenmekle beraber uzaklara bakıp düşüncelere dalmış. Acep demiş, biz ne zaman istediğimiz eşyalar ile istediğimiz gibi bir ev döşeyebileceğiz? Esas oğlan bu soruyu duymuş ve anında cevaplamış: Bizden sonrakileri evlendirirken.


Rabia Gülcan Kardaş'ın Yazısı.