Köpüklerden Yükselen Sular
Hırvatistan’ın Adriyatik ile buluştuğu kıyılarda bir ortaçağ şehri: Dubrovnik. Pile kapısından girdiğim eski şehir yaşamaya devam ediyor. Dar basamaklardan surlara çıkıp şehre kuşbakışı baktığımda ihtişamlı mimarisi ile Dominican ve Franciscan manastırları, Avrupa’nın en eski eczanesi, rektör sarayı, Yahudi sokağının köşesindeki şarkıcı, çeşmenin yanındaki dansçı ilk anda gözüme çarpanlar. Görünmeyen ise 15. yüzyılda Dubrovnikli tüccarların sahip olduğu 200 gemilik ticaret filosu. Portakal çiçekleri beni sarhoş etmiş olacak ki bir anda sanki yelkenlerin rüzgârdan şiştiğini ve gemicilere veda eden sevgililerinin boyunlarına bağladıkları kırmızı atkıları görür gibi oldum. Bu atkılar yıllar sonra kravat adını alarak dedelerimizin boyun bağı olacaktı.
Şehir Hırvatçada “meşe ağacı” anlamına gelen adını onu çevreleyen meşe ağaçlarına borçlu olsa da beni asıl büyüleyen denizin köpüklerinden yükselen kale duvarlarıydı. Bu manzaraya karşı kurulmuş kafelerde tüm turistler gibi yüzümü güneşe döndüm. Karşı kıyıdan esen İtalyan rüzgârı tiryakisi olduğum deniz ürünlerinden tatmak yerine muhteşem pizzalardan denememi fısıldadı. Eğer bir gün surları döven dalgalara karışan bu sesi duyarsanız muhakkak dinlemenizi tavsiye ederim. Akşam geri gelip deniz ürünlerinden tatmanız şartıyla ama. Ah unutmadan! Beni sürükleyerek dondurma aldıran kızımın sesini siz duyamayacaksınız ama muhakkak dondurmacıya da uğrayın.
Bir şehre gidip de merkezden ayrılmayanlardan olmayın. Kırsal kesimler pek çok gizem saklayabilir. Yolda rastladığımız Kanlı kalenin hikâyesi mimarisinden daha ilginçti mesela. Başkaldıran Karadağlı beylerin kafaları yıllarca ibret-i âlem için sergilenmiş burada. Pek asi olan bu millet kaleyi adına yakışır biçimde süslemiş. Denizin üstüne sıralanmış onlarca siyah bidonun ise midye tarlalarının işaretleri olduğunu öğrendik.
Otobüsle yolumuza devam ederken tabiata neşe katan erguvan ağaçları ve mor salkımlar bizi selamlıyordu. Kotar körfezini feribotla geçtik. Dağlar kırılıp geçit açmış, yol vermiş denize. Avrupa’nın en güneyindeki fiyortları Akdeniz’in mis kokulu bitkileri kaplamış. Geçit vermez kaleler dağlara yaslanmış. Yukarı tırmanmaya başlayınca yarı yoldaki kilisede dinlenip yola devam etmeyi düşünmüştük. Oysa ne muhteşem manzara ne de portakal ağaçlarının davetkâr meyveleri kiliseden sonrasına bizi çıkaramadı. Beş kilometrelik kale yukarılara tırmanadursun mola sonrası tam ters yöne eski şehrin kahvelerine indik. Bölgede 150 yıl hüküm sürmüş Venedik’in simgesi aslan figürleri ve mimarisi dolu olsa da şehir Avusturya-Macaristan döneminde gelişmiş.
Karadağlı niçin yatağının yanına sandalye çeker? Bu sorunun cevabı ilginç: “Kalkınca dinlenmek için.” Karadağlılar bunun dışında sohbet, kahve ve kahkahaya tutkunluklarıyla tanınırlar. Bundan dolayı ne yol yapımı bitermiş ne de başlanan işler. Biri yapar üçü seyredermiş. Nereden mi belli? Bizim kahvelerin ancak bir saatte gelmesinden…
Dalmaçya kıyılarına gelinir de kıyı boyunca yayılmış adalar gezilmez mi? Bizim seçeneğimiz ünlü seyyah Marco Polo’nun adası olarak bilinen Korcula oldu. Burası Ortaçağ’ın kale şehirlerinden birisi. 400 yıl Venedik hâkimiyetinde olan kalenin tüm kuleleri sağlam kalmasa da şehrin locası, bir zamanlar Marco Polo’nun yaşadığı ev, katedral ve eski binalar hala ayakta. Eskiden tek derdi susuzluk olan adada yangın zararını azaltmak için mutfaklar en üst kata yapılmış. Filozoflar sokağında ise hiç basamak yok; düşünürken rahat yürüsünler, ne olur ne olmaz…
Bir zamanlar ünlü seyyahın ayrıldığı kıyıdan küçük bir motora bindik. Güzel bir günün sonunda güneş gökle vedalaşırken çam ağaçlarının dalları denize eğilmiş bizi uğurluyordu.
Hande Berra'ın Yazısı.